Donald Trump
Doktoraya başvurduğum University of Wisconsin-Milwaukee’nin web sitesinde; beyaz, Asyalı ve Afrikalı öğrencilerin bahçede sohbet ettiğini gösteren bir resim dikkatimi çekmişti. Bir daire biçiminde oturmaları hiyerarşiden uzak bir Amerika tablosu çiziyordu. Resmin aksine, Milwaukee’de yaşadığım yedi yıl boyunca beyaz öğrencilerin diğer ırklarla sosyalleştiğini pek görmedim.
Hintli tez danışmanım dışındaki birçok akademisyen, demokrat Amerika hayaline öyle tutunmuştu ki 2017 seçimlerinde Donald Trump’ın kazanacağına ihtimal bile vermediler. Yukarıdan baktıkları “kaba saba” politikacı ile dalga geçtiler. Amerika’yı entelektüel çevrelerine indirgeyenler, yaşadıkları fanusun dışındaki sosyal dinamiklerden habersizdi. Etnik, cinsiyet ve sınıf eşitsizliğini eleştiren Amerikan edebiyatı sayesinde ülkelerinin ırkçı geçmişinden sıyrıldığını zannediyorlardı.
Oysa Irak kökenli bir kadın ile görüşmeyi reddedenler…
Meksika düşmanlığından dolayı Meksika yemeği yemeyenler…
Makalelerinde ırkçılığa meydan okuyup okulda yabancılarla arkadaşlık etmeyen öğrenciler aramızdaydı.
Trump, göçmenlere karşı Amerika-Meksika sınırına duvar örmeyi vadettiğinde seçimi kazanacağına emindim. Duvar fikri karşısında dehşete düşenler, etnik duvarlarla örülmüş bir şehirde mutlulardı. Amerika’nın birçok şehrinde olduğu gibi Milwaukee’de de beyazlar, Meksikalılar ve Asyalılar farklı semtlerde yaşar. Öğrencilere, şiddet olaylarıyla özdeşleştirilmiş siyahların yaşadıkları mahallelere gitmemeleri söylenir. Ayrımcılığı körükleyen bu görülmez sınırlar aşılmaz. Politik doğruluk ilkesine bağlı olanların söylemeye korktukları bir hayaldi duvar.
Duvarların örülmesinde Fransız aristokrat Jean de Crèvecoeur gibi yazarların da katkısı var. “Amerikalı Ne Demektir?” (1782) yazısında kendisi gibi Hristiyan ve Avrupalı göçmenlerin modern Amerika’nın kurucuları olduğunu savunur. Amerikan vatandaşlığına İngiliz, Fransız, Alman, Hollandalı ve İrlandalıları layık görür. Amerika yerlileri, “Amerikalı” değil “insan” bile sayılmaz.
Tek din ve kültür dayatan bu duvarların yıkılmasında popüler kültürün önemi büyük. Beyaz karakterlerden oluşan Sex and the City ve Friends gibi diziler, yerini farklı etnik grupların temsil edildiği yapımlara bıraktı. Emily in Paris’de Amerikalı genç kadının dostu Çinli ve sevgilisi Alfie ise siyah. Never Have I Ever dizisinde, Hintli-Amerikalı bir lise öğrencisinin arkadaşlarının her biri farklı bir etnik kimlikten seçilmiş. Aşkı ise Japon asıllı bir Amerikalı. Homojen bir Amerika hayali ekranda başarıyla kırılsa da acaba kaç beyaz Amerikalı, ırklar arası arkadaşlıklara ya da aşklara açık?
Medyada olduğu gibi üniversitelerde de kapsayıcılık ilkesi adına yabancı hocaları çalıştırma politikası var. Danışmanım bana beyaz olmadığım için Amerika’da kolay iş bulabileceğimi söylemişti. Fakat pozitif ayrımcılıktan beslenen bu kozmopolit imaj, ırkçılığı örtemiyor.
“Aslen nerelisin?” sorusunun azınlıklara ısrarla sorulduğu bir ülkede, “gerçek” etnik kimliğinin ne olduğu tartışılan Kamala Harris’in seçileceğine ihtimal bile vermedim. Jamaikalı ve Hintli kimliklerinden dolayı Fransız aristokrat Crèvecoeur’un “Amerikalı” saymayacağı bir kadın seçimi kazanabilir mi?
Barack Obama, ailesiyle çekilen resimlerde şefkatli baba imajıyla bazı cumhuriyetçilerin bile gönlünü fethetti. Oysa Harris, çocuk doğurmayarak geleneksel cinsiyet rollerine başkaldırmış bir kadın. Kadınların bedeni ve kıyafeti üzerinden verilen politik savaşlarda yetenekleri değil, anneliği sorgulanır. 21. yüzyıl Amerika’sında bile evlenmeyen ve çocuk yapmayan kadın “eksik” sayılıyor.
Social Europe gazetesi, Trump’ın başarısını “Karanlık Yeni Dönemin” işareti olarak nitelendirmiş.[1] Oysa Aydınlanma Çağı’nın aristokratları da etnik duvarların temelini atmadı mı? “Aydınların” seçim sonuçlarına şaşırması, kendi tarihlerini bilmediklerinin bir göstergesi. Amerika’daki iptal kültüründen korkup susanlara, fütursuzca zikrettiği nefret söylemleriyle ses veren seçimi kazandı. Aydınlığın ve karanlığın birbirine geçtiği dünyamızda belki de önce kendi duvarlarımızı yıkmalıyız.
[1] https://www.socialeurope.eu/democracy-derailed-trumps-triumph-signals-a-dark-new-era
Naz Bulamur kimdir?
Prof. Dr. Ayşe Naz Bulamur, Boğaziçi Üniversitesi Batı Dilleri ve Edebiyatları bölümünden mezun oldu ve Yeditepe Üniversitesinde İngiliz Tiyatrosu üzerine yüksek lisans yaptı. University of Wisconsin-Milwaukee'de Edebiyat Çalışmaları dalında doktorasını tamamladıktan sonra akademik kariyerine Boğaziçi'nde başladı.
Çağdaş romanda İstanbul temsillerini incelediği Tales of Istanbul in Contemporary Fiction (2011) adlı doktora tezi, Edwin Mellen Press tarafından yayımlandı. Victorian Murderesses: The Politics of Female Violence (Cambridge Scholars, 2016) başlıklı kitabı, 19. yüzyıl İngiliz romanlarında kadın katillere odaklanır ve kadınların ekonomik ve kanuni hakları olmadığı için şiddete başvurduğunu savunur.
Amerikalı, İngiliz, Türk yazarlar (Elif Şafak, Julia Kristeva, Orhan Pamuk, A. S. Byatt, Edith Wharton, Elizabeth Gaskell, Erendiz Atasü, Theresa Cha, Martin Amis) üzerine yazdığı makaleler, uluslararası akademik dergilerde yer aldı. Boğaziçi Üniversitesinde roman, tiyatro, edebiyat teorisi dersleri veren Bulamur, feminizm, oryantalizm ve kültürel çalışmalar ışığında kitap, film, dizi eleştirileri yazıyor.
|