Hiçbir zaman yalnız ve yürüyerek yaptığım seyahatlerdeki kadar düşünmedim, var olmadım, yaşamadım, kendim olmadım. Bütün doğaya efendisiymişim gibi hükmediyorum; manzaralar arasında aylak aylak dolaşan yüreğim, çarpmasına vesile olanlarla birleşip özdeşleşiyor, büyüleyici hayallere sarmalıyor kendini,
nefis duygularla sarhoş oluyor.
J.J. Rousseau
Aslında bu yazı, "Kendi Kendinize Konuşanlardan mısınız?" yazısının ikinci bölümü olarak, 8. Şubat 2023 tarihinde yayımlanacaktı. İlk bölümde, modern dünya insanının akıl sağlığını korumak için kendine özgü yollar bulması gerektiğini, benim yöntemlerimin kendi kendime konuşmak, hiçbir şey yapmadan durmak ve yürümek olduğunu yazmış, ilk iki maddeyi açıklamış "yürümek" konusunu da bir sonraki haftaya bırakmıştım. Birkaç dakika içinde bile insanların hayatlarının geri dönülemeyecek bir şekilde değişebildiği bir coğrafyada bir sonraki haftanın yazısını düşünmek ne saf bir yaklaşım. Nitekim 6 Şubat tarihinde sadece ülkemizin değil, yaşadığımız yüzyılın en büyük felaketlerinden biri gerçekleşti. Hâlâ bu felaketin boyutlarını ve etkilerini tartışıyor, yazabildiğimiz her konuda yazıyoruz. Bir yandan seçim kapıya dayandı. Onu da sürekli konuşuyor ve yazıyoruz. Önümüzdeki iki hafta boyunca da seçim yazacağımı şimdiden öngörüyorum. Dersimi almamış gibi, haftanın ve önümüzdeki haftanın seçimle ilgili yazacağım konuları kafamda belli.
Hayattan bir "yürüme" molası alalım
Ancak müsaadenizle, bu hafta hepimiz hayattan bir mola alalım, kendimizi zorlu seçim sürecinden önce şarj edelim. Bu yazıyı okumanız yaklaşık bir 5 dakika, yürümeniz ise 1 saat alsa, kendi akıl sağlığınız için bir 65 dakika ayırabileceğinizi umuyorum. Yaşadığım Britanya Kolumbiyası Bölgesi'nin ormanları, zorlu yürüyüş parkurları dünyaca meşhur. Memleketimizin doğası da ayrı şahane ama belki bu şahane yerler yakınınızda olmayabilir. Doğayla iç içe olmak her zaman artı olsa da, şart değil. Herhangi bir bahçe, park, sokak, şehir içi, nerede olursa olsun, 1 saat yürüdükten sonra inanın kendinizi çok daha iyi hissedeceksiniz. Hem zihniniz, hem bedeniniz daha aktif çalışacak. "Ülkemiz gündeminde "Yürümek" başlıklı bir yazının bile lüks kaldığını düşünenler varsa şimdiden affola," diyerek yazıya geçiyorum.
Başımın üstünde kartallar uçarken, kalbimde İstanbul'un martıları kanat çırpıyor
Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız? isimli kitabım dünyanın en zor ve dik yürüyüş parkurlarından biri olan Grouse Dağı'na tırmanmamla biter. Bir başkaldırıştı bu tırmanma. Gözümü görmediğim zirveye dikmekti, zaman kavramını kaybetmek, telaşsızlığın tadına varmaktı, ayaklarımın altında hissettiğim toprağın yumuşaklığından, sık dalların arasından yüzüme vuran güneşin ısısından keyif almaktı, kendimle olmaktı, kendimi doğanın karşısında toz tanesi kadar bulmak, vahşi hayatın içinde ne kadar kırılgan olduğumu fark etmekti, dik yamaçların tepesinden geriye baktığımda ardımda bıraktıklarımın küçücük kaldığını görmekti, bir süre sonra ardıma bakmadan ilerlemek, önümde uzanan yoldan korkmamaktı, harcadığım enerjiden gözlerim kararıp, bacaklarım zangır zangır titrerken bir sonraki adımı atabilecek gücü içimde bulmamdı, yerden 800 metre yüksekteyken başarmak istediğim hiçbir şeyin imkansız olmadığını fark etmekti, kendimi hiç olmadığım kadar güçlü, bir o kadar da bir çocuk gibi mutlu ve kaygısız hissetmekti, başımın üstünde kartallar uçarken İstanbul martılarının kalbimde kanat çırpmasıydı, bilmediğim ve bir türlü alışamadığım ülkenin dik yamaçlarında tutunabilmek, bir bitki gibi köklerimden binlerce kilometre uzakta tekrar yeşerebilmek, bu maceranın öğrettiklerine müteşekkir olmaktı. Ve daha birçok şeydi. Birçok şey...
Ünlü düşünürler değerli eserlerini yürürken zihinlerinde yazıyor
Kitabımı okuyan bir arkadaşımın bana Frederic Gros'un Yürümenin Felsefesi kitabını hediye etmesiyle o gün hissettiğim tüm duygularımın ve çok daha fazlasını Nietczsche'nin, Rimbaud'un, J.J. Rousseau'nun, Thoreau'nun, Kant'ın deneyimlediğini, yürüyüş üzerine bir felsefe kurduklarını, en büyük mutluluklarını, düşlerini, aylaklıklarını, anlam arayışlarını yürürken yaşadıklarını öğreniyorum. Bedenleri hareket halindeyken, bugün bizlere bıraktıkları birbirinden değerli eserleri zihinlerinde yazmaya başladıklarını bilmek beni çok heyecanlandırıyor.
Henry David Thoreau'nun söylediği gibi, "Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir."
Bu hafta "kendi kendime konuşma ve hiçbir şey yapmadan durmak"dan sonra gelen akıl sağlığımı koruma yöntemi olan "yürümek'i, hem kendi deneyimlerimden yola çıkarak, hem de Yürümenin Felsefesi kitabından ilham alarak yazıyorum. Umarım tüm duygularımı tek bir yazıda toplayabilirim.
Kendi varlığınıza odaklanmak için mutlak yalnızlık şarttır
- Kaçmak: Yürümek benim için önceleri bir kaçıştı. Bir ara, bir mola... Yoğun bir iş gününden veya zihnimi meşgul eden her şeyden bir kaçış. Her bir adımda bulunduğum yerden ve o ortamın yarattığı duygulardan uzaklaşma...
- Yalnızlık: Yürümek tek başına yapılması gereken bir iştir. Kalabalık yürüyüşlerde beden hareket etse de, zihin-vücut bağlantısı kurulamaz. O tür yürüyüşler bir sosyal aktivitedir. Kendi varlığınıza odaklanmak için mutlak yalnızlık şarttır.
- Çocukluğa dönüş: İlk başlarda "Uygun adım marş!" olan yürüyüşlerim zamanla bir kozalakla futbol topu gibi oynamaya, arada durup nehirlerde taş sektirmeye, hatta ağaçlarda asılı olan salıncaklarda sallanmaya dönüşüyor. Sallanmak ne güzel eylemdir. Gözlerinin yerle gök arası hızlı bir yolculuk yapması, omzunda biriken yüklerin yere göğe karışması, sorumlulukların havaya uçuşması... Kısa süreliğine de olsa ne güzeldir. İçinizdeki çocuk dışa çıktığı zaman, daha oyuncu, rahat, eğlenceli ve değişimlere daha kolay adapte olan bir hale geliyorsunuz.
Yürüyüş hayatta canımızı sıkan şeylere isyan etmekle, hayata şükretmek arasındaki köprüdür
- Zihni boşaltmak: Yürüyüşe başladığımda gündelik meselelerle dolu olan zihnim bir havuz problemindeki gibi yavaş yavaş boşalmaya başlar. Yerini kuş sesleri, su sesi, rüzgarın sesi doldurur ve zihin meditatif bir moda geçer. Bu nedenle yürüyüş sırasında kulaklıklardan da uzak durmakta, zihni yeni bilgilerle doldurmak yerine çevrenin sesine ve hatta sessizliğe kulak vermekte fayda vardır.
- Anda olmak: İşte tam zihin boşalırken nefesimizi hissetmeye başlarız. Burnundan derin bir nefes al... Yavaş yavaş ağzından ver... Bu nefesi kaygısızca salınan kollarına ve yorulmaya başlayan bacaklarına gönder. Kasların nefesini hissetsin. Varız, buradayız, doğanın içindeyiz, yol önümüzde, bedenimiz yeni adımlara hazır. Anda olmak, "şükretmek"le gelir. Yürüyüş hayatta canımızı sıkan şeylere isyan etmekle, hayata şükretmek arasındaki köprüdür. Köprünün öte tarafında şükür, huzur ve yaratım vardır.
- Mutluluk: Yürürken bedenimiz endorfin salgılar, bu sayede günümüzü daha huzurlu ve mutlu geçirir, yorulan bedenimiz sayesinde derin bir uyku çekeriz. Dertleri, tasaları, problemleri, her şeyi bastırır yorgunluk; ardınızda bıraktığınız dünyayı unutursunuz. Ve o dünyaya geri döndüğünüzde de doğadan aldığınız yaşam enerjinizi kullanmaya, yaşadığınızı hissetmeye devam edersiniz.
Manzaranın içinden çıkın, manzaranın kendisi olun
- Sonsuzluk: Boyları 100 metreye varan, 500-600 yıllık ağaçların altında biz insanlar ne küçüğüz. Eskiden ağaçlara sarılanlarla dalga geçerdim, şimdi sarılmayanları anlamakta zorlanıyorum. Ceketlerimizi ilikleyip, o ağaç gövdelerinden, o çağıl çağıl akan nehirlerden, o tırmanması zorlu yamaçlardan öğrenecek çok şeyimiz var. Yürüyüş sırasında ara sıra durun ve içinde bulunduğunuz doğanın, güzel manzaraların keyfini çıkartın. Kitapta da dendiği gibi "Manzaranın içinde olmaktan çıkıp, manzaranın ta kendisi olun. Bu demek değildir ki sabit bir noktaya dönüşün. Daha ziyade bir aydınlanma ve yükselme anıdır bu. Sonsuzluk kıvılcım gibidir orada."
- Kırılganlık: Ormana daldığımda ara sıra düşündüğüm bir konu vardır. Ya bir anda önüme bir ayı, bir çakal, bir geyik çıkarsa. Bu hayvanların eski mahallemiz Kuzey Vancouver'da kapımızın önüne kadar geldiği düşünülürse, kendi evlerinde karşımıza çıkmaları çok doğal. Bu nedenle orman yürüyüşü yapmaya korkan birçok tanıdığım var. Soğukta, şiddetli yağmurlarda, kavurucu sıcaklarda, bedeni savuracak derece şiddetli esen rüzgarlarda da yürümek zordur. Bu hisler beni korkutmak yerine, doğanın ve vahşi hayatın karşısında ne kadar aciz ve kırılgan olduğumuzu hatırlatıyor. Bir anda en önemli şey hayatta olmak ve hayatta kalmaya dönüşüyor.
Her şeyi reddettiğimizde, her şey bol bol sunulur bize
- Özgürlük: Yürürken biri olmak fikrinden kurtuluruz. Biz göçmenler "Her taş yerinde ağır" lafının anlamını iyi biliriz. Bazen ağır taş olduğumuz yerimizi sırf bu nedenle, egomuzu besleyebilmek için de özleriz. Oysa göç ettiğimiz yerde hiçkimse olmayı tatmışızdır. Buralarda tutunabildiysek bu hiçkimseliğe yeni bir sürüm indirip, yeni versiyonumuzu yaratabilmişizdir. Hem göçün kendisi, hem de yürümek hayatımıza sonsuz özgürlükler ve fırsatlar getirir. Egolardan, toplumsal baskılardan kurtulur, özgürce olabileceklerimize, yapabileceklerimize odaklanırız. Swami Ramdas'ın hac günlüklerinde belirttiği üzere, her şeyi reddettiğimizde her şey bol bol sunulur bize.
Bazen ektiklerinden daha da güzelini biçersin
- Düşünmek: Son beş yıldır hayata dair önemli fikirler, fark etmeler, yazı konuları, yapmam gereken önemli konuşmalar hep yürürken şekillenmeye başladı. Zihin havuzumu yeterince boşaltıp, onu boş bir tarla haline getirdikten, ona gübre olarak su, güneş ve doğanın seslerini katarak verimli bir toprağa dönüştürdükten sonra, bu toprağa ne ekmek istediğime hep uzun yürüyüşlerde karar verdim. Düşünmek, karar vermek için kendimi zorlamadım, sadece yürüdüm, gerisi kendiliğinden geldi. Zihin tarlamın tohumları hep uzun yürüyüşlerde atıldı. "Ne ekersen, onu biçersin lafı" doğrudur. Ama bazen ektiklerinden daha da güzelini biçersin.
Gücünün bittiği noktada, tekrar başlamak
- Bedeninle konuşmak: Hızlı atan kalbimin temposunu yavaşlayarak düşürmek, yorgunluktan titreyen bacaklarıma beni taşıdıkları için şükretmek, "bir adım daha atabilirsin" demek, o bir adımı attıktan sonra "bir adım daha, bir adım daha..." diyerek gücümün bittiğini zannettiğim noktada tekrar başlayabileceğimi görmek, belki de yürümenin bana verdiği en büyük hediyelerden biri oldu. Belki de bu sayede, bıkmadan, yorulmadan kendi hayat yapbozumu tekrar tekrar tasarlayabiliyorum. Her bitişle, daha iyi bir başlangıç arasındaki yola tek bir adım atarak çıkabileceğimizi biliyorum.
Ayşe Acar kimdir?
Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı.
Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu.
Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü.
Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı.
Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı.
2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu.
Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.
|