19 Şubat 2025
“Aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız.
Çünkü nehir aynı nehir değildir ve siz aynı siz değilsiniz.””
Heraklitos
“Güven, ruh gibidir. Terk ettiği bedene asla geri dönmez.”
William Shakespeare
“Bir çiftin yakınlık ihtiyaçları birbirbinin zıddı olduğunda,
ilişkileri güvenli bir sığınak yerine fırtınalı bir yolculuğa benzer.
Bağlanma, Amir Levine, Rachel Heller
Birbirimizden kilometrelerce uzakta ve bambaşka bir kültürün içinde doğup büyümemize rağmen tanıştığımız gün, birbirimizi daha önce kaybetmiş de tekrar bulmuş gibi hissetmiştik. Uzun zamandır özlediğimiz bir parçamıza kavuşmanın sevinciyle, kısa sürede birbirimizin hayatının vazgeçilmez bir parçası olduk. İkimiz de yemek yapmayı, futbol izlemeyi, sinemaya gitmeyi, caz dinlemeyi, seyahat etmeyi, klasik arabaları, dalgalara karşı yelken açmayı seviyorduk. İkimizin de babasının fotoğrafçı olması, evimizde babalarımızdan kalma aynı fotoğraf makinelerinin ve çocukluğumuza dair çok sayıda 8 mm’lik filmin bulunması ilginç tesadüflerdi. Anne ve babası 1956’da Macaristan’da gerçekleşen komünizm karşıtı ayaklanmada tanışmış, bir kamyon kasasındaki saman balyalarının altına saklanarak, üzerlerine kurşun yağarken ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış, birkaç ay süren bir yolculuktan sonra Vancouver’ı yeni evleri olarak seçmişlerdi.
O, burada doğmuştu ama bana tanıdık gelen Macar genlerini üzerinde taşıyordu. İngilizce’nin içine Türkçe ve Macarca’da ortak olan kelimeleri katarak yeni bir iletişim dili kurmuştuk. O sıralar, İngilizce’de kendimi iyi ifade edememek bende sosyal endişe yaratırken, onun yanında çok rahattım. Ne de olsa o da göçmen çocuğuydu. Tercümede kaybolmaya doğuştan alışıktı ve bunu hiç sorun etmiyordu. Türk yemeklerini seviyor, rakı içiyor, hatta mangalda Adana kebap bile pişiriyordu. Hafta sonları sahilde şahane piknikler yapıyor, okyanusta yüzerek serinliyor, uzun yürüyüşlere çıkıyor ve her konuda konuşabiliyorduk. Orta yaşımıza rağmen sırılsıklam âşık olduğumuz, hastalıkta ve sağlıkta harika zaman geçirdiğimiz ilk yılımız, onun İstanbul’a gelişi, ailem ve arkadaşlarımla tanışması ve herkese kendini çok sevdirmesiyle sonlanmıştı.
Türkiye’den döndüğümüzde bir şeyler ufak ufak değişmeye başlamıştı ama o zamanlar çok önemsememiştim. Zaman zaman “Aynı eve çıktığımızda...” gibi laflar ediyor, zaman zaman da bir geleceğimiz yokmuş gibi davranıyordu. Ben kendi geleceğim ile ilgili cümleler kurduğumda konuya ilgisiz davranıyor, hatta duymamazlığa geliyordu. O yıl, yakın bir arkadaşımın düğününe katılmak için tekrar Türkiye’ye geldik. Düğün günü, daha önce sık sık bana ithafen kullandığı “Happy wife, happy life / Mutlu eş, mutlu hayat” cümlesini “Sana eşim derken espri yaptığımı, bu kelimenin herhangi bir anlama gelmediğini biliyorsun değil mi? Tekrar evlenecek kadar salak değilim” diyerek açıklamak zorunda hissetti kendini.
Arkadaşımın düğün gününde... Durup dururken, böyle bir şey söylemesi beni çok yaraladı, ona karşı olan güvenimi sarstı. Üzüldüğümde tepki vermeyi adet edinen bünyem, bu olaya ameliyatla sonuçlanan bir miyom kanamasıyla cevap verdi. Daha sonra da kollarımda yaşadığım sinir sıkışması nedeniyle, bitkisel kremler haricinde ilacı olmayan sinir ağrısı ile uğraşmaya ve yazamamaya başladım.
Devamında burada sayamayacağım kadar sayısız kırıcı davranışta bulunup, her seferinde yalvar yakar kendisini affettirmeye çalıştı. Uzak diyarlarda, birçok ortak yöne sahip olduğunuz bir partner bulmak kolay olmadığı ve arada “aşk” da olduğu için her seferinde onu affettim ama artık ilişkinin içinde kendimi güvende hissetmeyen, yorgun ve endişeli bir insana dönüşmüştüm. Olanların nedenini anlamakta zorlanıyordum.
Tam ikinci yıl dönümümüzü kutlamak için gittiğimiz tatilde, nedensiz yere bana kötü davranmaya, hatta insanların önünde küçük düşüren hareketlerde bulunmaya başladı. Kafede hızlı konuşan garsonun ne dediğini anlamayıp tekrarlamasını istediğimde ve garson gülümseyerek tekrar etmek üzereyken, garsona benim adıma cevap verdi. Aramızda aşk dili konuşulmuyordu artık ve garsonu anlamamamdan rahatsız olmuştu. O günün devamında bana karşı eskisi gibi hisler beslemediğini söyledi. Beni terk etmiyor ama ilişkiyi sabote ederek, uzaklaştırma taktikleri kullanarak, benim onu terk etmem için her şeyi yapıyordu. Ben de öyle yaptım; itiraz etmedi.
Sonra hemen yine pişman oluyor, bensiz olmak istemediğini söylüyor, sonra tekrar geri çekiliyor, sonra kendi kendine “sevgilim” diye başlayan cümleler kuruyor, sonra günlerce temasa geçmiyordu. Ben o yaz, kendi kendine ilişki durumumuz hakkında kararlara vardığı hiçbir mesajına cevap vermedim. Kendimi ailemin ve arkadaşlarımın sevgisiyle, Ege Denizi’nin şifalı sularında iyileştirmeye çalıştım. Ama itiraf etmem gerekir ki çok üzüldüm.
Bir gün 30 yıllık arkadaşım psikolog Ahu Köseoğlu ile öğlen yemeğinde hasret giderirken, durumu anlattım. Dedi ki “Endişeli-kaçıngan kapanına sıkışmışsınız siz. İlişkilerde kaygılı bağlanma ve kaçıngan bağlanma stillerine sahip iki kişinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan toksik bir ilişki dinamiği bu. Birbirinizi tetikleyip duruyorsunuz ve ilişki bir kısır döngüye giriyor. Zor bir durum. İyi bir terapi görmezse her zaman bu gel-gitleri yaşamaya devam edecektir. Amir Levine ve Rachel Heller’ın Bağlanma kitabını mutlaka oku.”
Anne-bebek bağlanmasını açıklayıp, bu bağlanma modelinin, ileriki ilişkilerimizi nasıl biçimlendirdiğini anlatan kitabı okumaya başladığımda başımdan aşağı kaynar sular indi. Çünkü kaçıngan-endişeli kapanından sağlam çıkmak neredeyse imkansızdı. Kaçınganlar yalnız yolculardı ve sevgiyi daima kol mesafesinde tutacaklardı. Siz yakınlaştıkça onlar sınırı korumak için uzaklaşacaklardı.
Kitapta “Kaçıngan adayları önden tanıyın ve eleyin” diye bir başlık görünce, iki yıllık ilişkimizi sorgulamaya başladım. Nasıl ilk bir yıl hiçbir şey anlamadım, nasıl o kaçtıkça ben daha çok güvenmek ve onaylanmak istedim. İlişki içindeki ihtiyaçlarımı defalarca ve net bir şekilde dile getirmeye çalıştığımda, nasıl da benim “fazla hassas” olduğumu ima etti, endişelerimi nasıl mahkeme salonundaymış gibi duygusuzca ve bencillikle karşıladı, nasıl kendi duygularını ve ihtiyaçlarını açıklamak yerine hep kaçtı, nasıl bu hastalıklı durum zihnimi tamamen kapladı da, başka bir şey düşünemez hale geldim? Neyin içine düşmüştüm? “Hastalıklı aşklardan, hastalıkta aşka” diye bir yazı yazmıştım ona ithafen de, bu köşenin en çok okunan ve hala üzerine mesajlar aldığım yazılarından biri olmuştu. Yaşadığımız onca güzel şeye rağmen onun en hastalıklı aşkım olduğunu fark etmek, bana ihanetlerin en büyüğü gelmişti.
Üçüncü yılımızda yine defalarca geldi, gitti. Bir dönem arkadaş kalmak istedi. Öyle bencildi ki beni hayatında tutmak ve aynı zamanda hayatına almamak için her taktiği aynı anda deniyordu ve bu hastalıklı davranışının farkında bile değildi. Tartışmalar genellikle bir sonuca varmıyordu çünkü bir tartışmayı çözebilmek de bir yakınlık belirtisiydi. O yılın Sevgililer Günü’nde bana kalp şeklinde pasta yapıp, ertesi gün yemek yerken, yemekler daha sofrada sıcakken, şaraplarımız hala kadehlerimizde dururken, tekrar yalnız kalmak istediğini söyleyerek sofradan kalkıp gitti. Bu sefer kesin olarak bitmişti.
Dördüncü yılımızda ilk ciddi farkındalığını yaşamıştı, Ahu’nun tavsiye ettiği kitabı okumuş, terapiye başlamış ve iyileşmek için elinden geleni yapacağını söylemişti. Onca acı ve hayal kırıklığından sonra artık karnım toktu bu laflara. Her yerden kendisini blokladığım için evime el yazısıyla mektuplar yolluyor, terapisi ile ilgili gelişmeleri aktarıyor, bu sefer neleri farklı yapacağını listeliyor, benim hayattaki en yakını olduğumu ve beni geri kazanmak için her şeyi yapacağını söylüyordu. Bir yıllık bir ayrılıktan sonra, bir şans daha verdim kendisine.
Bu son denememiz bir buçuk sene sürdü. Ağzından hep ona güvenebileceğim yönünde cümleler çıksa da, hareketleri bunu hiçbir zaman desteklemedi. Öyle ki elleriyle pasta yapıp, ertesi gün beni terk ettiği Sevgililer Günü’nden bir sonraki Sevgililer Günü’nde, bana özel bir yemek yapacağını ve gelecek planları ile ilgili konuşmak istediğini söylemiş, gerçekten de şahane bir sofra hazırlamış, fakat kendi açacağını söylediği konuyu açmamıştı.
En büyük kaçışlarını, arkadaşımın düğünü, yıl dönümümüz, üst üste iki Sevgililer Günü gibi aşkın kutlandığı günlere denk getirmesi tesadüf değildi. İyi niyetli düşünerek, terapist yardımıyla iyileşeceğine inanarak, hayatıma ne zaman patlayacağı belli olmayan canlı bir bomba almış olmak, bende anksiyeteye yol açtı. Beni en çok üzen ise gözünün önünde duygusal olarak hastalanmama rağmen, bunu değiştirmek için hiçbir çaba harcamaması oldu. Bir nevi hastalığını bana geçirdi.
Bu yazıyı okuyan sevgili okurlar... “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz. Sen defalarca yıkanıp, ağzının payını almışsın” diyorsanız, haklısınız. “Bir insana ikinci şansı vermek erdemdir, üçüncü şans aptallık veya umutsuz bir saflıktır” diyorsanız yine haklısınız. Ancak Bağlanma kitabında şu sözler geçer: “Kaçıngan-kaygılı kapanına sıkıştığınızda ilişkinin sizin için doğru olmadığına dair bir his geliştirirsiniz ancak karşı tarafı terk edemeyecek kadar da duygusal bir bağ hissedersiniz. Kapana düştüğünüzü anlamazsınız, çıkmakta da zorlanırsınız.”
Kitap aynı zamanda, çeşitli çalışmaların, iki kişinin birbirinin tansiyonunu, nabzını, solunumunu ve kandaki hormon seviyesini etkileyebilme özelliklerinden bahsediyor ve tek bir fiziksel birim gibi hareket edebileceğimizin altını çiziyor. İlişkimizin sonlarına doğru, yine karışık mesajlar verdiği bir günün sonrasında panik atak geçirdim. Bana sarılıp, nefesimi düzenlemeye çalışması, tek bir canlı organizmaymışız gibi kalbimin göğsümden çıkacakmış gibi hızlı atışının, onun kalbinin atışına uyumlanması, birlikte derin nefes alıp, birlikte vermemiz içine sıkıştığım kapanın adeta tanımıydı.
O, aslında küçük bir bebek gibi terk edilmekten korktuğu için, bilinçaltı bağlanmaktan kaçıyor, ben ise onun tarafından tekrar terk edilmekten korktuğum için bilinçaltım hareketlerinde, sözlerinde devamlı bir güvence arıyordu. İçine sıkıştığım, sayısız güzel hatıra yaşadığım ve bir o kadar da üzüldüğüm kapandan çıkmam beş yıl sürdü. Ancak bu ilişki de göçten sonra hayatımın en büyük öğrenme deneyimi oldu. Kendime demir aldım, güven duygusunu ve mutlu sonu kendi içimde buldum, sonunda kendime olan sevgimi kutlamayı öğrendim. Belki de hayatıma bana bunu öğretmesi için girmesi gerekiyordu. Kendisine "Aşk olsun!", yolu açık olsun ve sonsuz teşekkürlerimle...
Ayşe Acar kimdir?Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |
Sekiz yıldır Vancouver’da yaşayan bir göçmen olarak, Netflix dizilerinden Adsız Aşıklar’da geçen “Türkiye mutsuzlar için şahane bir yer” cümlesinin neler hissettirdiğini yazdım
Okullar açıldı ve 36 çocuğun sıraları boş, hayalleri yarım kaldı. Bu hafta ünlü Yas Uzmanı David Kessler’in söylemlerinden yola çıkarak, Grand Kartal Otel’de hayatını kaybedenlerin ardından yaşadığımız toplumsal ve bireysel yası yazmak istiyorum
Bolu Grand Kartal Otel'de, 21 Ocak günü, sabaha karşı çıkan insan yangınında 36'sı çocuk 78 kişi hayatını kaybetti, 51 kişi yaralandı. Soruşturmada herkes suçu birbirine atarken, halk olarak yine unutamayacağımız bir milli yas sürecinden geçiyoruz
© Tüm hakları saklıdır.