Zihin ve beden paralel evrenler gibidir.
Zihinsel evrende meydana gelen her şey,
fiziksel evrende iz bırakır
Deepak Chopra
Sanki boynuma halatla bir taş bağlamışlar da beni denize atmışlar gibi hissettim uzun süre. Nefessiz kaldım, çabaladım ama kafamı suyun üstüne çıkartamadım. Nefes alamadıkça korkum arttı. Korkum arttıkça ellerim, kollarım, ayaklarım uyuştu, kalp atışlarım hızlandı. Beynimi dev bir mengene ile sıkıştırıyorlarmış da beynim patlayacakmış gibi bir his... Baş ağrısı, yüz karıncalanması, ekrandaki yazıların kayması... Her atakta daha çok korku... Daha çok korku, daha çok atak... Sonsuz bir döngü. Bir baktım, bir gün günlük hayatımı güçlükle sürdürebilir hale gelmişim. Hayatta en sevdiğim şeyler potansiyel tehdit olmuş.
Yaşadıklarımı deneyimleyen okurlar “anksiyete”den bahsettiğimi çoktan anladı. Bir kısmınızın da “Nasıl yani? İnsanın suratı anksiyeteden karıncalanır mı? Sana öyle gelmiştir” diye düşündüğüne eminim.
Anksiyete ve stres kan dolaşımını ve kan basıncını etkilediği için bazı insanlarda ellerde, ayaklarda, parmaklarda hissizlik ve karıncalanma yaratabiliyor. Vücut kendini kastığı için yüz, boyun ve sırt kaslarında spazmlara, fibromiyalji gibi rahatsızlıklara yol açabiliyor. Sindirim sistemini etkileyerek karın ağrısı, ishal ve kabızlık yaratabiliyor. İkinci beyin olarak adlandırılan bağırsaklarımız, beynimizin kimyasının değişiminden hemen etkileniyor. Anksiyete atakları geldiğinde başınız dönebilir, kendinizi bayılacak gibi hissedebilirsiniz. Anksiyete üriner sisteminizi etkileyebilir, idrar kesenizi boşaltmak için kendinizi sık sık tuvalete giderken bulabilirsiniz. Anksiyete uykuda diş sıktırır, hatta diş kırdırır, çenenin kilitlenmesine yol açabilir. Tüm bunlar da güne cillop gibi bir migren atağıyla başlamanıza, daha doğrusu başlayamamanıza sebepiyet verebilir.
Endişeli olmakla, anksiyete aynı şey değildir
Bunları buraya yazıyorum ki, bilen bilmeyene anlatsın. “Anskiyetem var, şunu şunu yapamıyorum” dediğinizde karşınızdaki insan eğer “Ben de çok endişeli birisiyim” diyorsa, işe bu yazıyı kendisine yollamakla başlayın. Çok endişeli bir insan zamanla anksiyete hastası olabilir. Ancak endişeli olmak bir ruh hali, bir duygu durumudur, anksiyete ise beynin kimyasının bozulması sonucu oluşan bir mental bir hastalıktır ve tedavi edilebilir. Yukarıdaki paragrafta saydığım semptomların çoğunun anksiyete ile ilintili olduğunu ben de bilmiyordum. Bu nedenle son üç dört yılda nörolog kontrollerine epey bir vakit harcadım. Genetik olarak beyinle ilgili hastalıklar ailede olduğu için beynimde bir şey var sandım. Bu sanma, emin olamama, Kanada’da yaşadığım için aylarca doktora görünememe hali korkumu daha artırdı. Korku arttıkça, semptomlar daha da şiddetli vurdu. Aylarca bekledikten sonra, bu yılın başında beni Vancouver’da kontrol eden genç nörolog şöyle dedi: “Emin olmak için MR çekeceğiz ama beyninde bir şey olduğunu sanmıyorum. Ancak anskiyeteni kontrol altına almazsak olabilir. Hele genetik olarak ailede varsa...”
Sen nelere kadirsin premenapoz
En başta nereden başıma geldi ki bu anksiyete? Gençliğimde uykumu bölmemek için yangın çıkan otelde kaldığım odayı terk etmemekte direnen, denizin 40 metre dibine dalabilen, suyun altındaki karanlıktan korkmak yerine heyecanlanan, rahatlığımla meşhur bir insandım.
Nereden başıma geldiğini de yakın zamanda anladım: Premenapoz. Son üç dört yıldır hormon değişiklikleri nedeniyle yaşadığım değişken ruh halinin en temel nedeni premenapoz. Bakın bunu da yazıyorum ki, kadınlar “Aaa ne alakası var? Ben premenapoza bile girmedim ki. Hâlâ regl oluyorum” demesin. Premenapoz adetin kesilmesinden 10 yıl önce başlayabiliyor ve en belirgin semptomplarından biri de anksiyete ve depresyon.
Hayatın kendisi başlı başına etken
Anksiyetenin nedeni elbette kişiye göre değişebilir, genetik faktörler de etkin olabilir ama hayatın kendisi de başlı başına bir etken. Herkesin kendine göre bir geçmiş travması ve hayatı yönetmekte zorlandığı dönemleri var. Benim hikayemde, iki çocukla bilmediğim bir şehire göçmek, bilmediğim bir kültürde ve bilsem de günlük olarak kullanmadığım bir dilde yaşamaya çalışmak, kaygı seviyemi çok artırdı. Geriye dönüp baktığımda bunu ancak görebiliyorum. Yaşarken hayatım bir “yapılacaklar listesi” gibiydi ve içinde sadece market alışverişi yoktu. Liste burada göçmenliğimizin devamını sağlamak için yapılan ve dikkat gerektiren bir sürü bürokratik işten, iş kurmaya, yeni bir çevre edinmekten çocukların derslerini takip etmeye, onları kurslara taşımaya uzanan ve destek mekanizmam olmadan üstünden gelmeye çalıştığım uzun bir listeydi. Başı kesik tavuk gibi, düşünmeye bile fırsat bulamadan panikle oradan oraya koşma hali... Sevdiklerimden ilk kez uzun süre ayrı kalmış olmam da cabası... Güvenlik ihtiyacı duyuyorum ama bilinmezlerle dolu yeni hayatımda, bu ihtiyacım karşılanamıyor. Sanki tanıdığım zemin ayaklarımın altından çekilmiş, sallanıyorum ama düşmemeye çalışıyorum. Sanırım göçün ilk yıllarında sinir sistemim alarma geçti ve uzun bir süre sakinleşemedi.
En sevdiğim yer olan orman potansiyel tehdit haline geliyor.
Peki anksiyete atakları neye benziyor? Herkesin deneyimi çok farklı olabilir. Önerilen bolca da tedavi/terapi yöntemi var. Ben kendi deneyimimden bir iki örnek vermek, savaşma tepkisi olarak ürettiğim ve sonradan anksiyete tedavisinde kullanıldığını öğrendiğim bir iki çözüm sunmak isterim.
Bilgisayarımın başına yazı yazmak için oturuyorum. İçten bir korku atağı geliyor, nedensiz yere. Neden hayatın kendisi, öyle özel bir durum yok. Gözüm kararıyor, hemen kalkıyorum yerimden. Ayakkabılarımı giyip, hızlı hızlı yürüyerek evin yakınındaki ormanın girişine ilerliyorum. Hayatta en sevdiğim yerlerden biri olan orman bir anda potansiyel tehdit haline geliyor. Girişte donakalıyorum. Zihnimde iki ben konuşurken, adımımı bir ileri, bir geri atıyorum. “Ya ormanda yürürken bayılırsam da kimse beni bulamazsa, girmeyeyim... Kızım, sen Keops piramitinin içine 45 derece sıcakta, emekleyerek girmiş insansın. Saçmalama, gir... Ayılar da kış uykusundan uyanmıştır, girmeyeyim... Ayşe orman en sevdiğin yer, delirtme adamı, gir... Aman yok, burada acil servise filan düşersem vah halime, girmeyeyim... Temiz hava, oksijen, hareket iyi gelir, hadi gir... Ama korkuyorum... İyi ne halt edersen, et! Peki girip 50 metre yürüsem olur mu bugünlük?... Hiç yoktan iyidir, gir... İyi, peki...”
Titrek adımlarla ormanda ilerliyorum. Sık ağaçların arasından gökyüzünü görmekte zorlanıyorum. Karanlık, kasvetli bir Vancouver günü... Yanımdan koşarak geçen gençler, bana gülümseyerek selam veriyor. Öyle iyi geliyor ki o bilmeden verdikleri selam. O gün, koşup giden gençlerin varlığına güvenerek 100 metre yürüyüp eve dönüyorum. Döndüğümde tekrar bilgisayarımın başına oturduğumda, işimi yapabiliyorum. Ertesi gün 200 metre derken, hafta sonu her zamanki gibi 6 kilometrelik rotamı tamamlayabiliyorum.
Otopark değil, gayya kuyusu
Bir diğer kâbusum otoparklar oluyor. Vancouver’da park sorunu büyük, otoparklar karışık ve gayya kuyusu gibi yerin 7-8 kat altına kadar gidebiliyor. Çalıştığım ofisin hemen yanında bu tür bir otopark var. Anksiyetemin tavan yaptığı günlerden birinde eksi beşinci katta arabayı durduruyorum. Bacaklarım öyle bir titriyor ki ne gaza ne frene basabiliyordum. Sanki yer yarıldı, ben altında kaldım. Mezara girmişcesine bir his, nefes alamıyorum. Arabayı orada bırakıp, girişe, gün ışığına koşmak istiyorum ama arabamı yol ortasında bırakmayacak kadar da kafam henüz çalışıyor. Önce derin nefes alıp verip, nefesimi regüle etmeye çalışıyorum. Sonra Spotify’dan bir Sezen Aksu şarkısı açıp, şarkıya eşlik ederek ve kendimi Türkiye’de Gümüşlük sahilinde günü batırırken hayal ederek arabayı park edip, ofise çıkmayı başarıyorum. Uzunca bir süre o otoparka, bağıra bağıra Sezen şarkısı söyleyerek giriyorum. Unuttun mu beniiiiii.... Her şeyimiiiiii.... Sildin mi bütüüüüün... İzlerimiiii....
Sanki ışıklar yüksek voltajdan devamlı yanıp sönüyor
Psikyatrist Hazal Selçuk “Tüneldeki Işık. Depresyon ve Kaygıyı Aydınlatmak” kitabında sanki yaşadıklarımı biliyormuşcasına anksiyeteyi şöyle tanımlıyor: “Süregiden aşırı kaygı, sinir sisteminin bir türlü sakinleşememesinden kaynaklanır. Sanki ışıklar aşırı voltajdan devamlı yanıp, söner. Bu yüzden dinlenme ve rahatlama olanağı yoktur. Tehlike ölçme radarı her zaman açık, alarm her zaman çalar haldedir. Hiç uyumadan devamlı nöbet tutan bir bekçiyi hayal edin. Tehlike olarak algılanan bir durumda sistem “Savaş ya da kaç” durumuna geçer. Harekete geçemezsek veya tehlikeye çözüm bulamazsak adeta kilitleniriz. Panikle emniyetli bölgeye geri dönmeye çalışırız. İşe yaramazsa hayatta kalmak için donma, çökme ve uyuşma durumuna geçebiliriz. Karanlık tünel olarak hissedilen olgu, emniyetli yani stresi tolere edebilecek bölgeden çıkmak ve oraya bir türlü geri dönememektir.”
Anksiyete konuşulmuyor
Maalesef ne anksiyete hastalığı fazla konuşuluyor, ne premenapoz ne menapoz. Okumuş etmiş insanlarız, araştırıyoruz, doktorlara danışıyoruz ama yardım kısıtlı. Vancouver’da rast geldiğim genç nörologdan önce kimse bana yaşadıklarımın anksiyeteden, anksiyetenin de premenapozdan kaynaklanabileceğini söylemedi. Söyleseydi durum çok daha önce normalleşecek, sıradanlaşacak, çoğunluğun yaşayabildiği bir şey haline gelecekti. Nörologla görüşmemden sonra nihayet, kafamın üzerinde kara bir bulut gibi dolaşan korku uçuyor, yerine güneşli mavi bir gökyüzü geliyor. Öyle ki MR için aylarca beklemeyi dert etmiyorum bile...
Son bir yıldır anksiyetemi regüle etmesi için düşük dozda bir ilaç kullanıyorum. Bu ilacı kullanmaya başladıktan sonra yüzümdeki karıncalanmalar tamamen geçti, diş sıkmalarım, migrenim azaldı, boyun ve sırt kaslarım biraz gevşedi. Bunun yanında da çok çok önemli gördüğüm, hayatımın artık olmazsa olmazı üç yardımcı yöntemim var. Birincisi doğa terapisi. Yürümenin Felsefesi yazımı okuyarak doğa terapisi hakkında bilgi edinebilirsiniz. İkincisi sanat terapisi, üçüncüsü ise meditasyon. Bu iki konuyu da en kısa zamanda yazacağım.
2024 yılı benim anksiyetemle barıştığım, onu küçük bir çocuk gibi şefkatle sarıp sarmaladığım, onu anlamaya çalıştığım bir yıl oldu. Boynuma taş bağlanmışcasına düştüğüm karanlık dipten, yunus gibi fırlayarak çıktım. Bir süredir kendisi kapımı çalmıyor ama artık çalsa da büyük bir korku yaratmaz. Hemen o aralar hayatımda ne değişiklikler olduğuna bakarım, neyin anksiyeteyi tetiklediğini anlamaya çalışır ve o konuya çözüm bulmaya çalışırım. Artık içindeyken, konuya dışarıdan bakabiliyorum. Eskiden içinde sıkışıp kalırdım. Umarım bu yazı içinde sıkışanlara umut olur.
Ayşe Acar kimdir?
Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı.
Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu.
Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü.
Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı.
Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı.
2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu.
Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.
|