---
Sağır kulağa sözüm yok, köre ne göstereyim
Duymazlıktan, görmezlikten gelenler;
Bir de size sormalı, ya ben nereye gideyim?
- Metin Altıok, Ben Üzre
Deprem olur, İngiltere haritası kadar büyük bir alan yıkılır, on binlerce insan enkaz altında kalır, bizim nefesimiz kesilir. Tren raydan çıkar, patlayan camdan biz fırlarız dışarı, savruluruz başak tarlalarına... Yağmur yağar, sel olur, sulara kapılır, biz sürükleniriz taşan dere boyunca... Maden ocağında patlama olur, işçiler göçük altında kalır, gözümüz kararır, biz aydınlığa bakamayız bir süre... Kurtulan ve durumu protesto eden işçi tekmelenir, biz böğrümüzde hissederiz o tekmenin acısını, biz utanırız. Orman yangını çıkar, evler, ağaçlar yanar, hayvanlar, insanlar ölür, bizim içimiz yanar, biz soluksuz kalırız. Fakat bu son olay... Son olay... Bolu Kartalkaya Kayak Merkezi’ndeki Grand Kartal Otel'de, 21 Ocak günü, sabaha karşı çıkan insan yangınında, 36'sı çocuk 78 kişi hayatını kaybetti, 51 kişi yaralandı. Toplam 78 can... 36 çocuk... Ateş düştüğü yeri yakar elbette... Hem gerçek, hem mecazi anlamda. Ama halk olarak kolektif hafızamız yine çaresizlik ve acıyla boğuşuyor. Hiç tanımadığımız kardeşlerimizin, arkadaşlarımızın arkadaşlarının, ailesinin, onların çocuklarının yasını tutuyoruz. Yine... Bir yas süreci tamamlanmadan, diğerine geçiyoruz. İşim yazmak. Cümle kurmakta zorlanıyorum artık. Kesik kesik kelimeler çıkıyor ağzımdan. Çaresizim... Öfkeliyim... Umutsuzum... Kural yok! Adalet yok! Melek çocuklar, canlar... Karne tatili... Ah ki ne ah!
Milli bayramdan çok milli yasımız var artık
Milli bayramlarımızdan çok, milli yaslarımız var artık. Hayatımın ilk milli yasını, bundan 32 yıl önce, 2 Temmuz günü gerçekleşen, yine bir otel yangınından sonra yaşamıştım. Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne katılmak için Sivas'a giden Aziz Nesin, Behçet Aysan, Metin Altıok, Uğur Kaynar, Hasret Gültekin, Nesimi Çimen, Asım Bezirci ve daha birçok şair ve yazardan oluşan ekipten, 33 kişi kaldıkları otelin vahşice yakılması sonucu hayatını kaybetmişti. İnternet yoktu o zamanlar. 18 yaşındaydım. Sabah gazeteyi elime aldığımda öğrenmiştim haberi ve yıkılmıştım.
Bu isimlerin içinde Asım Bezirci’nin yeri gönlümde çok ayrıdır. Vahşice yakılmasından bir sene kadar önce, okuduğum liseye konuk konuşmacı olarak gelmiş, edebiyata meraklı bir çocuk olarak kafasını sorularımla bolca şişirmiş, ondan birkaç şiirimi okumasını ve yorum yapmasını rica etmiştim. Şiirlerimi Yaprak Dergisi’ne yollamamı önermiş, hevesimi kırmadan küçük de bir eleştiri de bulunmuştu: “Kendini dinle. Kendi sesini bulmaya çalış. Şiirlerini okuyanlar büyük aşk acılarından geçtin, sanır. Daha gencecik bir kızsın.” demişti. Hiç unutmadım bu sözlerini… Hiç unutmadım, kariyerimin şekillenmesinde önemli bir yeri olan Asım Bezirci’yi, diğer aydınlarımızı ve onları katleden zihniyeti; bu ülkenin karanlık yüzlerini...
Çarşaf gibi isler, halat gibi çarşaflar
Madımak Oteli faciasından sonra eşi Refika Bezirci, Asım Bezirci’nin eşyalarını teslim almak için Sivas’a gitmiş, karşılaştığı manzara karşısında şöyle demişti: “Otele gittiğimizde çarşaf gibi isler sallanıyordu rüzgâr vurdukça. İçeriye girip baktım, simsiyahtı içerisi. Asım’ın çantası geldi, oteldeki koku, çantada da vardı. Bir daha da gitmeyi düşünmedim. Sivas deyince katliamdan başka bir şey gelmiyor aklıma, tüylerim diken diken oluyor.”
Çarşaf gibi isler sallanıyordu rüzgârda... Birbirine düğümlenerek halat haline getirilmiş temizliği, masumiyeti, umudu, insanın yaşam ve ölüm kıyısı arasında gezinirken ki adaptasyonunu, hayatta kalma azmini ve aynı zamanda kefeni simgeleyen beyaz çarşaflar sallanıyordu rüzgarda... Ve 32 yıldır, bu ülkede hiçbir şey değişmiyordu. Sene 2025, Aynı filmin farklı bir senaryosunun içindeyiz. Ah ki ne ah!
Anne ağaçlar, yavru ağaçlar
2021’de gerçekleşen, toplam 8 kişinin öldüğü, 33 bin hayvanın telef olduğu, yaklaşık 200 bin hektar orman arazisinin yandığı Akdeniz Yangınları ilgili yazdığım yazıda “British Columbia Üniversitesi Profesörü Susan Simard'ın “Anne Ağaç” isimli kitabından bahsetmiş, Anne Ağaç'ların olası bir yangın durumunda çok önemli bir işlevi olduğunu, yangın sırasında tüm ormana yer altından "Yangın Var!" mesajı verip, dev kökleriyle toprağın altında soğutma yapabildiğini yazmışım.
Anne ağaçlar öldü, yavru ağaçlar öldü. Çocuklarını “Yangın Var!” çığlıklarıyla uyandıran, onları kucakladıkları gibi yangın çıkışını bulmaya çalışan, bulan, bulamayan, ailecek kaçmaya çalışırken dumandan zehirlenen, eşini, diğer çocuğunu yolda kaybeden, dumandan koridora çıkamadıkları için filmlerden öğrendikleri bilgilerle, kapı altlarını, tuvalet pencerelerini ıslak havlularla kapatan, bir ümit yaşar diye çocuğunu, kendini pencereden atan anneler öldü. Yavrular öldü! Ah ki ne ah!
Topu birbirine atanların ülkesi
Üşenmeyip hesap yapıyorum, son 20 yılda meydana gelen, deprem, yangın, sel faciası, tren kazası, maden patlaması gibi felaketlerde toplam 55 bin 102 canımızı yitirmişiz. Bu da elbette kayda geçen sayı... Tüm bu kayıpların arkasında, kuralsızlık, rant, ihmal olması tesadüf mü? Bir bizim ülkemiz mi çok şanssız? 18 yaşımdan beri yaşadığım çaresizlik duygusu, artık bünyemi esir almış durumda. Ne söylesek ne yazsak boş... Bu canlarımızın yaşama hakkı ellerinden alındı!
Grand Kartal Otel’de gerçekleşen yangın felaketi ile ilgili açılan soruşturmada yine herkes topu birbirine atıyor. Tutuklanan otel sahibi Halit Ergül, ifadesinde aşçıbaşını, mutfak personelini, otelin elektrikçisini, güvenlik görevlilerini ve danışmanlık şirketini suçluyor. Otelin elektrikçisi Hüseyin Özer sadece kendisine verilen işleri yaptığını, yangın alarm ve koruma sistemlerinin kontrolünü dışarıdan taşere edilen bir firmanın yaptığını söylüyor. Aşçı Mustafa Serbest otelde yangın dedektörü olduğunu ama çalışmadığını, yangın tüpü neredeyse hiç görmediğini, sulama sistemi olmadığını, yangın merdivenini personelin kullandığını, uyarı levhalarının ışıklarının yetersiz olduğunu, yangın merdivenine açılan kapıların ahşap olduğu için yandığını ve bu nedenle dumanın içeri girdiğini söylüyor. Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, denetim yetkisinin Bolu İl Özel İdare’de olduğunu söylerken, Bolu İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Sırrı Köstereli ise Grand Kartal Otel’in turizm belgeli bir işletme olduğunu ve yönetmelikte bu tür yerlerin denetiminin kimde olduğunun belli olduğunu söylüyor. Bolu Belediyesi... Bolu İtfaiyesi... Herkes birbirini suçluyor.
Kuralları hiçe sayan bir ülkede adalet olmaz
Sen ona topu at, o öbürüne topu atsın. Yine bir kişi bile sorumluluk almasın, özür dilemesin, istifa etmesin. 79 can…. 36 çocuk... Bu ülkenin eğitimli, aydın yüzleri. Yine... İyi okullarda okuyan, büyüyüp de ne olacaklarını, bu ülkeye nasıl hizmet edeceklerini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz pırıl pırıl çocuklar... İhmalkâr, cahil, rantçı, dini imanı para olan, kurallara uymayan, “al gülüm, ver gülüm” denetimi yaptıran, karanlık insanlar tarafından yakıldılar. Yine! Ah ki ne ah!
Eskiden kapalı mekanlarda sigara içme yasağı diye bir şey vardı. Kâğıt üzerinde hala var. Ama son birkaç yıldır birçok işletme el birliği etmişçesine bu yasağa uymuyor. İnsanların durmadan sigara, puro içtiği, yanar döner meyve tabaklarının servis edildiği yerlerde duman dedektörü, yangın alarmı varsa da işletme sahipleri tarafından kapatılıyor. Ötüp de misafirleri rahatsız etmesin diye... Misafirperverlikte bir dünya markasıyız gerçekten. Son bilgilere göre Grand Kartal Otel yangını, mutfaktaki kızgın yağın tutuşmasıyla çıkmış, sigara nedeniyle değil. Ancak yine de tüm işletmelerden ricam, sigara yasağına uyulması ve başka felaketlere davetiye çıkarılmaması...
İçimde kaybolmuş bir çocuk korkusu
Bir araya getirmekte zorlandığım cümlelerimi, Sivas Katliamı’nda kaybettiğimiz bir diğer çok sevdiğim şair, edebiyatçı Metin Altıok’un “Ben Üzre” şiirinden mısralarla bitirmek istiyorum. Acılı ailelere baş sağlığı diliyor, tahmin edemeyeceğimiz büyüklükteki acılarını paylaşıyor, kendilerini ateşe atarak onlarca kişiyi kurtaran kahramanlarımıza minnet duyuyor, hayatını akıl almaz ihmaller silsilesi sonrasında kaybettiğimiz 79 canımıza Allah’tan rahmet diliyorum. İçimde kaybolmuş bir çocuk korkusu, Bakıyorum pencereden dışarı; Uzakta kuru dağlar ve meşe korusu... Gördüm yaşarken vadesiz ölümümü... Ördüm de ilmek ilmek. Sırtıma giyemedim ömrümü... Sağır kulağa sözüm yok, köre ne göstereyim... Duymazlıktan, görmezlikten gelenler; Bir de size sormalı, ya ben nereye gideyim?
Ayşe Acar kimdir?
Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı.
Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu.
Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü.
Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı.
Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı.
2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu.
Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor.
|