Geçtiğimiz hafta Suzanne Simard'ın ağaçların birbiriyle nasıl iletişim kurduğuna dair yaptığı araştırmadan bahsedeceğimi yazmıştım. Çünkü geçen hafta yangın konuşuyorduk. Bu hafta sel konuşuyoruz. Yangın da konuşuyoruz, kadın cinayetlerini konuşmaya devam ediyoruz, ülkemizdeki Suriyeli mültecilere yapılan saldırıları tartışıyoruz, Afganistan yönetiminin 20 yıl sonra Taliban'ın eline geçmesini korku ve dehşetle izliyor, oradaki kadınlar, azınlıklar, insan hakları aktivisitlerinin hayatları için endişe duyuyoruz. Doğal felaket, ya da uzmanların belirttiği üzere doğal cinayet sonucunda hiç görmediğim dedemin memleketi Kastamonu Bozkurt'un haritadan dakikalar içinde silindiği, cep telefonları kayıtlarında insanların sel sularına kapılarak kayıplara karıştığı, adeta bilim kurgu filmlerini andıran görüntüler karşısında göz yaşlarımızı tutamıyoruz. Bizim coğrafyada huzur bulmanın zor olduğunu kanıtlayan bir haftanın içinden geçiyoruz yine. İklim krizi tüm haşmetiyle gezegenimize giriş yapmış durumda; dünyanın farklı yerlerinden sel, deprem, yangın haberleri gelmeye devam ediyor. Pandemi tam gaz sürüyor, Delta çok hızlı bulaşıyor ama bak artık lafı bile edilmiyor.
"Batsın bu dünya!" diyorum içimden, zaten batmış batacağı kadar... Sürekli bir yas hali... Başımı dik tutmakta zorlanıyorum. Böyle zamanlarda güç toplamak ve endorfin salgılamak için yaptığım şeyi yapmaya karar veriyor; kendimi Kuzey Vancouver ormanlarına atıyorum.
Gözümüzün görmediği hayat
Yürümek, doğayla iç içe olmak en güzel terapi. British Columbia'da devam eden orman yangınları nedeniyle, hava sisli ve dumanlı. Gri gökyüzünün altından güneş turuncu bir alev topu gibi kendini gösteriyor. Sıcak. Çok sıcak. Ancak ormanda nefes almak mümkün. Kafam öne eğik, toprağın üzerinde attığım adımları takip ederken, gözüm yüzlerce yıllık bilge ağaçların köklerine takılıyor. Hayata, toprağa nasıl tutunduklarına... Köklerinden gövdelerine uzanıp, kafalarının üzerinde büyük bir taç gibi gözüken yapraklarına bakıyorum. Umutlanıyorum ve geçen hafta karar verdiğim gibi Simard'ın hikayesini ve araştırmasını yazmaya karar veriyorum yine. Çünkü bilgilenmeye, çünkü umutlanmaya, çünkü güzel şeyler konuşmaya, çünkü gözümüzün görmediği hayatı görmeye ihtiyacımız var. Simard buna "Öteki dünya (The other world)" diyor.
Köpek çukura düşünce
British Columbia Üniversitesi Profesörü Ekolojist Suzanne Simard, çocukken yaz aylarını Kanada yağmur ormanlarında oduncu dedesinin yanında geçiriyor. Bir gün köpekleri çukura düşüyor. Dedesi küreği kapıp kazmaya başlıyor. Kazdıkça Simard'ın gözü köklere, sonradan adını öğrendiği beyaz miselyum mantarına, sonra da kırmızı ve sarı mineral yataklarına takılıyor. Köpek kurtuluyor, Simard yer altındaki öteki dünyayı merak etmeye devam ediyor ve üniversite yaşı geldiğinde ekoloji okumaya karar veriyor.
İnsan eliyle ormanın doğası değişiyor
1980'lerin başında ilk işini bir odun kesim fabrikasında buluyor. Çocukluğunda dedesi geçimini sağlamak için birkaç ağaç kesip, sonra doğanın kendisini tedavi etmesini beklerken, bu fabrikada ağaç kesiminin büyük bir endüstriye dönüştüğünü, çok büyük paralar kazanıldığını, yaşlı genç ya da çeşit ayırmadan tüm ağaçların kesildiğini, sonra yerine tek tür ağaç (Ladin) dikildiğini fark ediyor. Orman çok çeşitli türlerin olduğu bir yerken, insan eliyle tek tip ağaçların olduğu bir yer haline dönüşüyor ve olması gerektiğinden farklı gözüküyor. Simard "Bu ormanlar, çocukluğumun ormanlarından çok farklıydı." diyor
Yeni fidelerin mantarı yok
Çalışırken yeni ekilen ağaçların çok da sağlıklı büyümediğini fark ediyorlar. Odun kesim firması kendisinden bunun nedenini araştırmasını istiyor. Ağaçların hastalandığını düşünüyorlar ama hasta olduklarına dair bir belirti de yok. Simard toprak altını incelediğinde ağaçların neredeyse bir sargı bezini andıran sarı mikorizal mantar ile birbirine bağlı olduğunu, bu mantarın yeni dikilen fidelerin köklerine ulaşmadığını fark ediyor.
Sonraki yıllarda bu mantarın topraktan su ve besin bulup ağaç köklerine ve oradan da yapraklarına ulaştırdığını ve kendisi de yapraksız olduğu için bu sayede fotosentez yaptığını buluyor. Durumu bir "işbirliği" hatta "ticaret" olarak adlandırıyor. "Bana 5 $ ver. Ben sana geri öderim."den farklı olmadığını söylüyor.
Ağaçlar birbirine bağlı tek bir organizma
Simard henüz 80'lerin başında insan eliyle dikilen bu yeni fidelerin mantardan yoksun olduğunu fark etse de, bunu kanıtlayacak bir donanıma sahip değil. Ayrıca odun firmasında çalışan en genç ve tek kadın bilim insanı olarak bu gözlemini firmaya aktarmaya çekiniyor, kendisine deli denmesinden korkuyor. "O yıllarda Orman Müdürlüğü'nün tek ilgilendiği şey, tekrar kesebilmek için yeni dikilen ağaçların ne kadar hızlı büyüyebileceğiydi. Ağaçları birbiriyle yarıştıran, rekabet ettiren bir mantık vardı. Ben ise bu ağaçların bir bütün ve birbirine bağlı tek bir organizma olduğunu düşünmeye başlamıştım. Bunu söylesem suratıma gülerlerdi." diyor.
Mikorizal mantarla ilgili düşüncelerini kendine saklayıp, araştırmalarına bireysel olarak evinin bodrumunda kurduğu laboratuvarda ve ormandaki saha çalışmalarıyla devam ediyor. Hatta parçaları birbirine oturtmak için tekrar okula dönüyor.
Toprak altındaki network: Mikorizal mantar
İleriki yıllarda bu mantarın ince ipliklerinin bir nevi network işlevi gördüğünü, toprak altında ormanı birbirine bağlayan, ağaçların aralarında iletişim kurmasını sağlayan adeta bir internet sistemi gibi çalıştığını fark ediyor.
Ağaçların hem birbirleriyle hem de insanlarla iletişim kuran sosyal yaratıklar olduğunu, aralarında besin alışverişi yapabildiklerini, birbirlerini tehlikelere karşı uyarabildiklerini ve genç ağaçların hayata sağlıklı başlayabilmeleri için onları desteklediklerini gözlemliyor. Bunları söylediğinde meslektaşları bile ona deli diye bakıyor. 20 yıllık bir çalışmanın sonunda Simard'ın tüm bunları kanıtladığı araştırması Mayıs 2021'de yayınlanıyor.
Mesela bir çalışmasında, böcekler tarafından yaralanan bir Douglas köknarının yakınlarda büyüyen bir Ponderosa çamına kendisini koruması için kimyasal uyarı sinyalleri gönderdiğini ve akabinde çam ağacının böcek saldırısından korunmak için savunma enzimleri ürettiğini gözlemliyor.
Anne Ağaçlar'ın mirası çok önemli
Simard, birbirlerini tehlikeye karşı uyarmalarının yanı sıra, ağaçların birbirlerini sağlıklı tutmak için kritik zamanlarda besinlerini paylaştığını bunda da "Anne Ağaç" denen yaşlı ve bilge ağaçların çok büyük önemi olduğunu söylüyor. Bu ağaçlar dev kökleriyle, ormandaki birçok farklı bitki türüne bağlanabiliyor, yavru ağaçlara bildiklerini aktarıyor, büyüme çağlarında onlara karbon, besin ve su takviyesi yaparak hayata sağlıklı başlamalarını sağlıyor, hastalandıklarında onlara çocuk gibi bakıyor. Aynı zamanda ormanda çok yüksek bir karbon tutulumu sağlıyorlar, kuşlara, sincaplara yuva oluyorlar, toprak altındaki biyosistemin çeşitliliğini sağlıyorlar.
Simard'a göre, ormanın bütünlüğünü, mirasını, hafızasını korumak için bu yaşlı ağaçların kesilmemesi, DNA'larının evrim geçirerek günümüze uyum sağlaması çok çok önemli. "Genç ağaçlarda onların bilgelikleri, deneyimi yok. Fideler felaketler karşısında ne yapılması gerektiğini bilmiyor." diyor.
Anne Ağaçlar yangın sırasında toprak altını soğutuyor
Simard, Anne Ağaç'ların olası bir yangın durumunda da çok önemli bir işlevi olduğunu, yangın sırasında tüm ormana yer altından "Yangın Var" mesajı verip, dev kökleriyle toprağın altında soğutma yapabildiğini belirtiyor. Simard'a göre bu ağaçların kesilmesi orman yangınlarının önünü açıyor. Hatta şu anda British Columbia'da yaşadığımız yangın felaketlerinin en büyük nedeni bu. Simard, British Columbia'da kalan eski orman alanının sadece yüzde 8 olduğunu ve çok hızlı yok olduklarını söylüyor.
Simard mücadeleye devam ediyor
Simard bu "Anne Ağaç"ların kesilmemesi için hâlâ Kanada hükümetine karşı çok büyük bir mücadele veriyor. Hâlâ Kanada'da ormanlar, ağaçlar anne, genç bakılmaksızın kesiliyor. Hatta anne ağaçlar geniş gövdeleri nedeniyle endüstriyel olarak daha çok tercih ediliyor. Simard hükümete bu yaşlı ve bilge ormanların yaşamasının, sadece felaketleri önlemek adına değil, ormandaki bitki çeşitliliğini sağlamak, karbon salınımı ve biyoçeşitlilik açısından da çok önemli olduğunu söylemeye çalışıyor.
Ağacın ölümü on yıllar sürebiliyor
Ağaçların bir yaşam süresi olduğunu, "Anne ağaçlar"ın doğal yolla ölebileceklerini ama bazen bu ölüm süresinin on yıllar sürdüğünü ve bu sürede çok fazla şey olduğunu söylüyor. Anne ağaçlar ölürken yeni nesillere tüm miraslarını, bilgilerini ve besinlerini aktarıyorlar. Karbonlarının yüzde 40’ını komşu ağaçlara, kalanını da toprağa yani öteki dünyaya miras bırakıyorlar. Bu döngünün tamamlanabilmesi için, bu ağaçların ölürken dahi kesinlikle kesilmemesi gerekiyor.
Yaşlı ağaçların ölümünü araştırırken, Simard kanser olduğunu öğreniyor. Yıllarca ağaçlar üzerinde yaptığı karbon izotopları deneyleri ve kimyasallarla çalışması kendisine göğüs kanseri olarak geri dönüyor. Daha önce ormanda yaptığı saha çalışmaları sırasında ayılar tarafından kovalanmasını da eklersek, Simard ağaçlar ve ormanlar için neredeyse canını veriyor. Hem de birkaç kere...
Kanseri atlatan Simard kemoterapi tedavisinde kullanılan ve tedavisi için hayati önemi olan koruyucu kimyasallardan birinin (paclitaxel), Porsuk Ağacı'nda bulunduğunu fark ediyor. Porsuk Ağacı bu kimyasalı kendisini, kendi türünü ve farklı türlerdeki çevre ağaçları hastalıklardan korumak için kullanıyor. Ve insanlara da şifa oluyor. Simard ağaçlarda insanların hastalıklarına çare olabilecek başka hangi kimyasalların bulunduğunu merak ediyor ve şimdi bunları araştırıyor. Bu buluşların çok önemli olduğunu, en azından insanların tıbbi amaçlarla "Anne Ağaç"ları kesmekten vazgeçebileceğini düşünüyor. Tüm bu hikayeyi de "Anne Ağacı Bulmak; Ormanın Bilgeliğini Keşfetmek" isimli kitabında anlatıyor.
Orman yürüyüşümün sonuna yaklaşırken, kanserinden bile ağaçlarla ilgili araştırma çıkartan bu kadının varlığına şükrediyorum. Şu zor günlerde bana umut oluyor, başımı tekrar dik tutmamı sağlıyor. Size de umut olmasını diliyorum.