Yılmaz Güney üzerine tartışmalar yeniden başladı. Ve benim için de bu konuda konuşup yazmak 'vacip oldu'. Çünkü, onun üzerine bilmem kaç baskı yapan kitabımın başında şöyle diyordum:
"İlkelerimden biri de şudur: Bir insanı gerçekten dost bildiysen, hayatına soktuysan ve birçok şeyi onunla paylaştıysan... Artık o senin ebedi dostun, değişmez yol arkadaşındır.
Yılmaz Güney'le de öyle oldu. Onu sanatçı olarak çok takdir ettiğim gibi, insan olarak da bağrıma bastım. Ve o uzun, maceralı, belalı ve son derece dramatik yıllar içinde fırsat düştükçe elimi uzattım; hapishanelere ziyaretine gittim, siyasal koşullar tam tersini buyursa da onun yandaşı ve yoldaşı oldum, öyle de kaldım. Onun için çeşitli yazıları, belgeleri, anıları bir araya topladığım Yılmaz Güney Kitabı'mı yıllar sonra yeniden basıyoruz.
Yılmaz Güney'le... (Selimiye cezaevi, 1974, Fotoğraf: Ömer Pekmez)
Ama bu bir ilk kitap olacak: 2000'lere dek gelen... Sonrasını bir ikinci ciltte toplayacağız. Yeter ki siz okurların bu müstesna kadere olan ilgileri tükenmesin."
O ikinci kitap gelmedi, gelemedi. Ama şimdilik koparılan anlamsız fırtına için en azından bu yazıyı yazayım.
Öyle bir insan düşünün ki sinema tarihinde eşi-benzeri olmasın... Ülkemiz için başlıca özelikleri şunlar: O bir Kürt. Bir komünist. Bir lumpen (veya lümpen). Ki bu Türk Dil Kurumu online sözlüğüne göre "Marksçılık akımında toplumsal sınıf bilinci olmayan" demek...
Ama öylesine bir sanatçı, o denli büyük bir yaratıcı ki... Yeşilçam'ın en parlak döneminde onca yıldız arasında tek 'çirkin kıral'. (Kral demiyorum, o yıllarda biz kıral derdik. Öyle değil mi, Erden Kıral? Öbür alemde neredeysen!...)
Yılmaz Güney'le Selimiye cezaevinde (1974)
Uzun zaman oynadığı filmler sadece taşrada, derin Anadolu'da ilgi görüyor. Ve o yılların 'bölge işletmecileri' tarafından talep ediliyor. Ama o aynı zamanda yazıyor- öyküler, romanlar, senaryolar... Sonra yönetmeye geçiyor. Ve birkaç ilginç denemeden sonra, tam 1970 yılında benzersiz Umut filmiyle hepimize büyük umutlar bahşediyor.
Kürt ve komünistliğin dışında bir kusuru daha var: Silahla dolaşıyor. Ama ülkemiz zaten bu açıdan örnek bir coğrafya değil mi? SAS - Small Arms Survey kurumuna göre 2017 yılında bu ülkede kabaca 13 milyon 500 silahlı insan var. Sadece 2.5 milyonu ruhsatlı, gerisi yasal değil... Bakar mısınız? Hele bugün artan onca cinayetten sonra, bu sayıların nerelere ulaştığını kestirebilir misiniz?
Ayrıca kendisini 'devrimci' olarak niteliyor. Ve bu nedenle ilk (aslında ikinci) kez hapsi boyluyor: 12 Mart 1972'deki siyasal deprem sırasında... Ben Cumhuriyet için daha 1970'de başlayan söyleşilerimi takiben onu hep izliyorum. Hatta bir kez Elia Kazan'la birlikte... Hapishanelerin dışında, örneğin bir diğer başyapıtı olan Arkadaş filminin Kıyıkent'teki çekimine de katılarak...
Ve talihsizlikler art arda geliyor. Memleketi Adana'da Endişe filmini çeken Güney, bilindiği gibi Yumurtalık ilçesinin kalabalık bir gazino mekanında yargıç Sefa Mutlu'yu vurup öldürüyor. Nasıl, niçin, ne uğruna? Tüm bunlar üzerine sayısız iddiayı söz konusu kitabımda tüm ayrıntılarıyla okuyabilirsiniz. Bu arada Umut'la başlayan bir dönemde ardı ardına Baba, Umutsuzlar, Acı, Ağıt, Arkadaş, Zavallılar gibi önemli filmler geliyor. Sadece senaryolarını yazdığı (ve o ünlü 'içerden film yönetmek' deyimini yaratan) Endişe (ki o bitirememişti), Sürü, Düşman, Yol... Sonunda ülkeden kaçıp Paris'te, Cannes festivalinde boy göstermesi. Ve Fransa'da beklenmeyen erken yaştaki ölümü. 47 yaşında... Belki daha neler neler yaratabileceği en verimli çağda...
Böyle bir insan için ne dersiniz? Hayatındaki tek gerçek suç o yargıcı öldürmesi. Bunu yaratan koşulları bir ölçüde bilsek de... Öbürleri yükleme... Yok önceki eşi Nebahat Çehre'yi dövmüş de; şiddet onun hep başucu silahı olmuş da...
Ve şu günlerde yeniden bir Güney tartışması. Sevgili Murathan Mungan şöyle demiş:
"Yılmaz Güney'in ölümünün 37. yılı. İyi bir yönetmen, iyi bir oyuncu, iyi bir senarist olmasının yanı sıra sinemamızın en iyi yürüyen erkeğiydi. Bir daha kimse onun gibi boynunu hafifçe yana kırarak hüzünle bakarken içimizin en ücra yerine dokunamadı". Pek tanımadığım Farah Zeynep Abdullah ise şöyle yanıtlamış: "Sinemamızın en iyi yürüyen erkeği kadın döven ve şiddet türleri açısından zengin ve etkili silah kullanan diyelim." Peki biz bu vb. gevezelikler karşısında ne diyelim?...
Yılmaz'ın geride bıraktığı sayısız özdeyişten biri şuydu: "Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili." Son eşi sevgili Fatoş'una adadığı cümle ne çok anlam içeriyor... Nasıl bir hüzün, ne tür bir üzgünlük... Ve adına kader denen, herkesin kendine göre yorumladığı o kavramın bir insan için ne denli önemli olduğunu bize hatırlatıyor. Bir kez daha... Ve belki olabilecek en güçlü biçimde... Sanki bir Dostoyevski, bir Shakespeare, bir Fitzgerald cümlesi gibi...
Kim ne derse desin… Biz, onu yakından tanıma şansına erişenler veya en azından o filmlerinin önemini takdir edenler… Onu hep sevmeye ve savunmaya devam edeceğiz.
Not: Yarın (Cumartesi) Sarıyer Edebiyat Günleri'nde buluşacağız. Saat 15.00'den itibaren…
Ayrıca, bu hafta önemli hiçbir filmin gösterimi yapılmadı. Nedense… Yani bir eleştiri yazmamak bizim kabahatimiz değil!... Ama haftaya yağmur gibi yağacak filmler. Haberiniz olsun!...
Atilla Dorsay kimdir?
Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.
On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.
Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.
Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.
1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.
Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.
Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.
Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.
Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan... " sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.
Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.
TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.
Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".
Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.
Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.
Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.
Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak 2022'de Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar, onu tamamlayan Övgüler, Yergiler, Atışmalar ise 2023'de çıktı. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...
|