30 Kasım 2019

Ünlü melekler dönüyor ve yolları İstanbul’a düşüyor!

Belli bir akışkanlık içerse de türünde öne çıkamayan bir film

CHARLİE'NİN MELEKLERİ     X   X  ½

(Charlie's Angels)

 Yönetim ve senaryo: Elizabeth Banks 
Görüntü: Bill Pope 
Müzik: Bryan Tyler 
Oyuncular: Kristen Stewart, Naomi Scott, Ella Balinska, Elizabeth Banks, Patrick Stewart, Djimon Hounsou, Sam Claflin, Jonathan Tucker, Nat Faxon, Chris Pang, Luis Gerardo Mendez, Noah Centineo, Emre Kentmenoğlu

Columbia filmi.

Charlie'nin Melekleri önce bir TV dizisiydi: 70'lerde (tam olarak 1976-1981 arasında), gizemli patronları Charlie'nin emrinde çalışan üç güzel, asi, döğüşken ve güçlü kadın ajanın maceraları hem uyanan feminizme ilginç bir alan oluşturuyor, hem de (Türkiye gibi) TV alanına yeni yeni uyanan ülkelerde geniş bir kitleyi ekran başına topluyordu: Farah Fawcett (hatırlayanınız var mı?), Kate Jackson gibi enerjik ve seksapelli bir kadroyla...

Ve iki kuşak sonra, olay büyük perdeye sıçradı. 2000 ve 2003 yılllarında, McG (tam adıyla Joseph  McGinty Nicol) adlı yönetmen iki Charlie's Angels çekti. Cameron Diaz , Drew Barrymore ve Lucy Liu'un oyunlarıyla; ikincisine Demi Moore'un da katılmasıyla...

Aradaki TV yapımı veya canlandırma çabalarını hesaba katmazsak, şimdi seriye yeni bir halka ekleniyor. Brezilya'nın başkenti Rio'da açılan film, upuzun sarı saçlarının da yardımıyla (ki sonra bir peruk olduğu anlaşılacaktır) Doğu kökenli gizemli zengin Jonny'yi önce tavlayacak, sonra da gerçek anlamda boğazlamaya çalışacak ajan Sabina'yı tanıtıyor. Anlaşılan her şey eskisi gibidir: meleklerimiz alabildiğine cesur, cinsiyetlerini ve cinselliklerini seksten çok dünyanın kötülüklerine karşı kullanmaya hazır, iyi eğitim almış çağdaş döğüşçülerdir.

Ve bu açılardan (aslında her açıdan) erkeklerle aşık atmaya, onlarla eşit (hatta daha iyi) olmaya kararlı, güç sahibi, gerekirse ölümcül kişilerdir.

Böylece anlatması zor (saçmalığı yüzünden) bir entrikaya göre, Sabina ve meslekdaşı İngiliz ajanı Jane, yeni tanıştıkları Elena'yı koruma altına alırlar. Çünkü Elena çalıştığı Brok firmasının yeni satışa sunduğu, kolay ve ucuz yoldan elektrik sağlayan mucizevi bir kristalin aslında ölümcül bir silah olabileceğini keşfetmiş, ama bunu firma yöneticilerine anlatamamıştır. 

Bu arada Charlie karakteri yine gölgede kalsa da, meleklerin asıl patronu olarak John Bosley ortaya çıkar: yaşlı, dazlak kafalı bir adam... Oyuncu olarak ise çok tanıdık gelir. Çünkü o yıllar boyu efsanevi Star Trek dizisinde, sonra ondan yapılan filmlerde, ayrıca da X-Men filmlerinde rol almış, bugün 80'ine gelmiş (1940 doğumlu) bir İngiliz oyuncusudur: Patrick Stewart. Ve bu seride ilk kez rol almaktadır.

Ama aslında hikâyede birçok, hatta sayısız Bosley vardır. Çünkü bu ad bir soyadı değil, bir ünvandır: örgütte belli bir yere gelenlere verilen... Buyrun, buradan yakın!

Ve böylece hayli 'seyyah' bir macera başlar; biraz Bourne ya da Görevimiz Tehlike serilerini akla getiren... Hamburg, Londra derken kahramanlarımız kendilerini İstanbul'da bulurlar; filmin tüm ikinci yarısı boyunca kalmak üzere... Ve orada güzel kentimizi keşfederken hem tüm dünyaya gösterip tanıtır, hem de bizlere hatırlatırlar.

Ama güzel çekimlere karşın tümü İstanbul'da geçiyor sanmayın... Olaylar bir at yarışına bağlanıp Veliefendi hipodromuna gidildiği andan itibaren, iç mekanlar ön plana geçiyor. Ve herhalde stüdyo çekimleri devreye giriyor. Ama filmin iyi bir İstanbul tanıtımı yaptığı da söylenebilir.

Belli bir akışkanlık içerse de türünde öne çıkamayan bir film. Kristen Stewart o meşum vampir serisi Alacakaranlık'ın son bölümünden tam yedi yıl sonra, iyi bir dönüş yapıyor. Naomi Scott, Ella Balinska, yazar-yönetmen Elizabeth Banks kadın cephesini tamamlıyorlar.

Sam Claflin, Jonathan Tucker, Nat Faxon, Chris Pang, siyahi Djimon da işlerini iyi yapıyorlar. Türk oyuncusu Emre Kentmenoğlu ise prens Alim Hassan'da göz dolduruyor. Umarım devam eder.


Yarın: DİLSİZ

Yazarın Diğer Yazıları

Canlandırma sinemasına Disney el atarsa ne olur?

'Mufasa Aslan Kral' filminde; canlandırma hayvanların yüzlerinde, insan yüzlerinde görmeye alıştığımız tüm o ifade zenginliği vardır. İşte bu belki de o eskimeyen Disney damgasıdır ve filmin değerini bu yapar

Gizemli bir ‘sanat filmi’: Sevsek mi sevmesek mi?

"On Saniye" filmi sadece iki kadının bitmeyen diyalogları üzerine kuruludur. Bir sanat filmi için bile tam bir handikap! Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Bunca lafı etmem bile, filme özel nitelikler kazandırmıyor mu?

Aksiyon sinemasında çekici ve modern bir zirve

'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?

"
"