04 Mayıs 2023

İçine şeytan kaçmışlarla mücadele üzerine

Film tam olarak yürümüyor, ve her şeyin biraz fazla abartıldığı genel izlenini bırakıyor

ŞEYTANIN DÜŞMANI

X X

(The Pope's Exorcist)

Yönetmen: Julius Avery
Senaryo: Michael Patroni, Evan Spillotopoulos, Dean McCreary, Chester Hastings, Jeff Katz
Görüntü: Khalid Mohtaseb
Müzik: Jed Kurzel
Oyuncular: Russell Crowe, Daniel Zovatto, Alex Essoe, Franco Nero, Peter DeSouza-Feighoney, Laurel Marsden, Cornell John, Ryan O'Grady, Bianca Bardoe

Amerikan filmi, 2023

İşte size farklı bir film... Temellerini bir yandan gerçek bir kişiliğin üstüne oturtmuş, öte yandan, uzun zamandır rastlamadığımız ölçüde ve tarzda, en koyu ve yoğun biçimiyle, Hristiyanlığa ve onun en tutucu yorumuna açık bir film. Ama bir boyutu daha var: içerdiği ürkünçlük ve dehşet duygusu, son dönemin cinlere-perilere yönelik o sözümona korku filmlerimizi bir yana korsak, genelde İslam'a dönük filmlerden çok farklı. Sıradan seyirci bir yana, kendi adıma has ve içten inanmış Hristiyanların da bu filme sempati duymasına hiç ihtimal vermiyorum doğrusu.

Hikâye katolik papaz Gabriele Amorth'un hayatı üzerine kurulmuş. Bize vaktiyle izlediğimiz Exorcist serisini hatırlatıyor. Önce kelimenin anlamı: Batı dillerinde bu sözcük "bir kimsenin bedenine girdiğine inanılan şeytanı veya cini, okunan dualar ve kilisede yapılan ayinlerle kovmak" anlamına geliyor. 1973 yılındaki William Friedkin imzalı filmle açılan seri, ardından John Boorman, Wiliam Peter Blatty, Ronny Harlin gibi yönetmelerin çabasıyla hayli iş yapmıştı.

Bu kez temelde daha ciddi bir bakış seçilmiş. Çünkü asıl kahraman gerçek bir kişilik. Görevi, Papa'nın baş şeytan çıkarıcısı olmak... Ve şeytanın ruhuna girdiği kişileri ne yapıp edip oradan kovmak!.. Böylece Vatikan'ın en saygın kişilerinden biri olmuş. 1987 yılında, kocası bir yıl önce bir kazada ölen Julia, iki çocuğunu alarak babadan miras kalan bir manastıra gidip yerleşiyor. Bunun getirebileceği gelire göz dikerek...

Ama işler çabucak zıvanadan çıkıyor. Babası öldüğünden beri hiç konuşmamış küçük Henry birden sessizliğinin içinden çıkıyor ve ruhuna şeytan girmiş biri oluyor. Anne Julia ve delişmen kızı Amy tam bir dehşet ortamında kalıyorlar. Bunu duyan Papa "Benim işim şeytan çıkarmaktır" deyip duran Gabriele'yi oraya yolluyor. O da geliyor ve yatağına çakılmış bir Henry'yi "Hepiniz ölüp gideceksiniz" diye haykıran bir canavara dönüştürmüş bu değişimi düzeltmeye çabalıyor. 

Overlord filmiyle tanınan yönetmen Julius Avery'nin bir kitaptan yola çıkarak ve kalabalık bir yazar kadrosuyla oluşturduğu bu film, elbette kimi ilginçlikler içeriyor. Bu "iblise karşı savaşım" öyküsünde Hristiyanlık tarihinin birçok olayı anılıyor. Örneğin Orta Çağ'da kilisenin yaptığı haksızlıklar, en çok da İspanya'da kurulmuş Engizisyon mahkemelerinin yarattığı facialar gibi... O mahkemelerden kaçıp Osmanlı'ya sığınanların sayısı ise sanırım hayli çoktu. 

Öte yandan, dil sorunu ilginç. Latin kökenli Gabriele rolünü 60 yaşındaki (1964 doğumlu) Yeni Zelanda kökenli oyuncu Russell Crowe'a vermek iyi fikir; onu hayli özlemiştik... Hele kişiliğe eklenen ve olasılıkla gerçeklerden gelen küçük detaylar: bir kentten öbürüne giderken bindiği ve içine zor sığdığı küçük kırmızı-mavi arabası, spor merakı, viskiden bir türlü kopamaması... Ayrıca kimi sahnelerdeki kan içinde suratı; umutsuz bakışları ve ezik haliyle...

Ama asıl dil sorunu yapımcıları hayli yormuş olmalı: Vatikan'da, Papa'nın yanıbaşında İngilizce konuşmak kolay mı? Ama tam tersini yapıp tüm diyalogları İtalyanca olarak Crowe'a ezberletmek de herhalde olacak şey değildi. Böylece bir ara yola gidilmiş ve başlarda İtalyanca/ Latince konuşan oyuncu, sonradan İngilizce'ye geçmiş. Belli bir yapaylığı önleyemeden...

Oyuncular genelde iyi. Crowe'un yanı sıra anne Julia'da Alex Essoe, kızı Amy'de Lauren Marsden, ama belki daha çok 12 yaşındaki Henry'de ilk filmini çeken ve en zahmetli rolü yüklenmiş olan Peter DeSouza-Feighoney... Ayrıca Papa'da bir dönemin popüler İtalyan yıldızı Franco Nero; genç papaz Esquibel'de Daniel Zovatto, siyahi rahip Lumumba'da Cornell John...

Ama yine de film tam olarak yürümüyor, ve her şeyin biraz fazla abartıldığı genel izlenini bırakıyor. Bunu daha iyi anlatmak için geçen hafta gösterilen Kötü Ruh: Uyanış filmi için yazdığım yazını sonlarına bir göz atalım:

"Ama ne derler... Fazlanın fazlası fazladır... Bu filmde de öyle oluyor. (...) Kendi adıma, korku sineması sevdiğim bir türdür. Ama keşke tüm bunlar biraz daha ölçülü kalsaydı... Sinemanın her türünde belli bir yalınlık, asgari bir sadelik önemlidir bence... Bu filmde bunu daha çok hissettim. Yine de türün has tiryakileri ilgisiz kalmamalı."

Evet, belki bu film için de çok benzer şeyler söylenebilir sanırım.

MİLLİYET SANAT'TA BU AYKI FİLMİM

Milliyet Sanat dergisinde bu ayki klasik filmim Journey Into Fear - Korku Ülkesine Yolculuk.

Türkiye'de geçen 1943 tarihli filmi Norman Foster - Orson Welles yönetmişler. Joseph Cotten, Dolores Del Rio ve Welles oynamış.

 

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan..." sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlattıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak 2022'de Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar, onu tamamlayan Övgüler, Yergiler, Atışmalar ise 2023'de çıktı. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

Yazarın Diğer Yazıları

Canlandırma sinemasına Disney el atarsa ne olur?

'Mufasa Aslan Kral' filminde; canlandırma hayvanların yüzlerinde, insan yüzlerinde görmeye alıştığımız tüm o ifade zenginliği vardır. İşte bu belki de o eskimeyen Disney damgasıdır ve filmin değerini bu yapar

Gizemli bir ‘sanat filmi’: Sevsek mi sevmesek mi?

"On Saniye" filmi sadece iki kadının bitmeyen diyalogları üzerine kuruludur. Bir sanat filmi için bile tam bir handikap! Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Bunca lafı etmem bile, filme özel nitelikler kazandırmıyor mu?

Aksiyon sinemasında çekici ve modern bir zirve

'Avcı Kraven'de pek uyum sağlamayan, karmaşık ve biraz zıt motifler olduğunu biliyorum. Ama belki bu filmin gücünü oluşturan asıl öge. Bunca tema içinde böylesine çekici bir filme ulaşmak... Kolay olabilir mi?

"
"