Fazıl Say... Klasik müziğin ünü sınırları çoktan aşmış, hatta dışarıda bizden çok ilgi ve takdir gören o eşsiz müzik insanı. Ve birkaç kitabından ilk ve tek okuduğum olan Suya Yazılan (Romancı Yayınları, 2020).
Böyle evrensel sanatçılarımız çok azdır. O ölçüde de ilk fırsatta onlara saldırır, dünyalarını dar ederiz. Bu artık bizim milli bir huyumuz olmuştur. Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, Zülfü Livaneli, Nuri Bilge, Selda Bağcan demez, Nobel, Altın Palmiye, Altın Ayı aldırmaz, her fırsatta üzerilerine gideriz. Geçmişte Nazım Hikmet’ten Sabahattin Ali’ye, Aziz Nesin’e sayısız insanımıza yaptığımız gibi...
Kendi adıma tüm şöhretlerimize tapıyorum demiyorum, milletçe tapmayı da önermiyorum. Ama özellikle evrensellik sınırını aşmak ve dünya çapında ün yapmak elbette çok önemli bir ölçüttür ve peşin bir saygıyı gerektirir. Yine kendi adıma bu hissi hep duydum ve o büyük adlara hep sevgi ve saygıyla yaklaştım.
Fazıl Say en önde gelen gözdelerimden değildi. Çünkü klasik müzik benim en önde gelen müzik türüm değil. Ama bu son kitabını büyük bir hayranlıkla okudum. Ve onu çok daha iyi tanımış oldum.
Kendi deyişiyle “365 günün 300’ünü yollarda geçirmekten, yılda 140 konserde hayat enerjisini akıtmaktan yorgun, istemediği halde havaalanları uzmanı olmaktan bezgin” bir sanatçı. Öncelikle alanının has emekçilerine saygısı: ‘Türk beşleri’ denen Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey, Necil Kazım Akses ve Ferit Alnar’ı olduğu kadar, kendisinden sonra gelen yepyeni bir kuşağı da izleyen, cesaretlendiren bir sanat insanı o... Örneğin şunu diyerek: “10-15 yaş grubunda Türkiye’nin en iddialı olduğu kemandır. On yıl sonra dünyada Türk kemancıları patlaması olacak. Bundan hepimiz eminiz. Viyolonselde de iyiyiz. Piyanoda seviye yüksek ve katılım yoğun. Mutluyuz.” Ve de bunu uygulamada Çev Sanat adlı bir burs sistemi kurarak gerçekleştirme yoluna girmiş.
Kendi son derece verimli çalışmasının en gizli yanlarını açık biçimde anlatırken, bizlere müzik tarihinin hemen tüm büyük bestecilerinin de kişiliklerini, yöntemlerini ve müziklerinin özünü sunmayı bilen bir kalem ustası üstelik... Dışarıdaki konserlerinin gördüğü büyük ilgiyi, bu arada oralardaki Türk seyircinin de büyük ölçüde artmasını yazarken şöyle diyen: “Mesele sadece müzik değildir. Temsildir, umutlardır, ortak hislerimizdir. Folklor ve türkülerimizdir. Kimi zaman Atatürk’tür; kimi zaman Nazım’dır.”
Say müziği çok sesli, tek sesli diye de ayırmıyor, bizim musikimize büyük değer veriyor. Itri veya İsmail Dede Efendi de önemli ona göre... Tek sevmediği arabesk tarz. Bunu Doğu-Batı sentezi diye yutturmaya kalkışanlara kızıyor. Ve şöyle diyor: “Bu keşmekeşte ne Itri kaldı, ne de Mozart!”.
Fazıl Say’ın hemen tüm büyük dünya bestecilerinin eserlerini kaydettiği albümleri var. Ki o ‘kayıt’ sorununu da tüm perde gerisiyle öyle bir anlatıyor ki... Ayrıca 50’yi aşan bestesi var. Solo piyano, konçerto, oratoryal solo parti, oda müziği, vokal piyano, dört el piyano, kadans ve uyarlama v.b. alanlarda... Bunlara 2020’den beri eklenen ve yakında eklenecekleri bilemem; ama az gözükmüyor! Amacı ‘bu sayıyı 100’e çıkarmak” imiş.
Ve sonra Koronavirüs günlerini anlatıyor. Şöyle diyerek: “28 yıllık turne hayatımda haftada en az dört-beş kere sabah uçaklarına yetişmek için çok erken saatlerde alarmla uyanırdım. Şimdi yine erken uyanıyorum ama bu kez zorunda olmadan... Böylece benim için aslında hiç ummadığım bir kendiyle baş başa kalmak dönemi doğdu.”
Fazıl kitabında yer yer kibar bir üslupla siyasete de giriyor ve has bir sanatçının gözünden günümüze keskin bakışlar atıyor. Şu günlerde harika bir konser verdi: İKSV’nin 49. müzik festivali açılışında... Ve yepyeni birkaç eserini çaldı (geniş bilgiyi Cumhuriyet’ten Yazgülü Aldoğan’ın yazısından öğrendim). Ama İstanbul dışında olduğum için gidemedim. Ancak yüreğim oradaydı. Bonne Chance, sevgili Fazıl...
Mario Levi’den İstanbul’a bakış
Mario Levi çok değerli bir yazardır, bilirim. Hepsini değilse de kimi romanlarını okumuşluğum vardır. Son dönemde Gördüklerimiz- Göremediklerimiz başlığı altında bir seriye girişti. Eski İstanbul fonu üzerinde birçok kişiliğe birlikte yaklaşmak. Ve böylece sevgili kentimizle orada yaşanan binbir dramı iç içe anlatmak. Bu kitabı 'O Pazartesi- Eminönü' adını taşıyor (Everest Yayınları, 2021). Bunun bir tür puzzle-bulmaca olduğunu söylemeliyim. Sanırım serinin diğer kitapları da böyledir. Ama onulmaz bulmacaseverlerin dışındaki okur da eminim sevecektir. Çünkü bize çok şeyler söylüyor. Belki en önemlisi eski, tarihi ve benzersiz kentler ve oralarda yaşayanlar/yaşananların ayrılmaz şeyler olduğunu kanıtlamak olan... Bir kez daha...
Böylece Eminönü denen harika semtin dekoru ve onun birçok sokağı, tarihi eseri, dükkânı ve genel atmosferi içinde birçok kişilik tanıyoruz. Değişik başlıklarla sunulan: Hikmet Hanım- Mesele Yoldan Dönmekse; Selim- O Hayalden Kim Kaldı; Necati- Herşey Satılabilir Mi?; Fehim Abi- O Pilakinin Tadı; David-Sultanhamam’da Bir Dükkan; Ayhan- O Kanunu Çalabilmek; Kamil-Mesele Vazgeçmekte Miydi?; Bella- Anlatmak Mı, Anlatamamak Mı?; Hilmi- Hep Bir İsyanla Yaşamak... Her bölümün arasında önceki üzerine bir soru-cevaplı konuşma. Ve başta, bir de sonda uzun birer bölüm: bir yandan tüm bu kişilikleri daha derinleştiren, birbirlerine bağlayan, geçmişlerinden geleceklerine uzanan... Ve de, gündelik bir konuşma tarzıyla hayli derin bir yaşam felsefesini buluşturmayı deneyip genelde başaran...
Evet, biraz zor bir deneyim. Ama dedim ya, özellikle bulmaca ve de eski İstanbul tutkunları kaçırmamalı. Bunu ve tüm seriyi...
Çok uzun bir diyaloğun romanı: Fransız Kadın Yolcu
İşte yine okuması hayli zor olan kendine özgü bir roman. Ama sonunda sarf edilen çabayı değerlendiriyor denebilir.
Rıdvan Aklan’ın ikinci romanı Fransız Kadın Yolcu (Mona-Alfa yayın, 2020) iki ana kahramana ve onların bitmeyen diyaloğuna dayanıyor. Biri yaşlı öbürü genç iki erkek. Her şey bir üçüncü kişinin bakışıyla açılıyor ama sonrasında dediğim gibi sürekli bir konuşmaya dönüşüyor. Yaşlısının adı Sabri Bey, gencinin ise Aziz. Ama onlar birbirlerine karşılıklı ‘ihtiyar’ ve ‘evlat’ diye hitap ediyor. Garip koşullarda karşılaşıyor, çok uzun cümlelerle konuşuyor ve birbirlerini tanımaya çalışıyorlar. Bu arada bizim için bir esrar olan gerçek meslekleri ve sahici kimlikleri de giderek ortaya çıkıyor. Konuşmalarının iki temel özelliği var: bir yandan çok edebi ve felsefi, öte yandan son derece naif. Kabul edin ki tuhaf bir birleşim!
Ve böylece karşımıza biraz sabrı sınayan bir okuma egzersizi çıkıyor. Ben kendi adıma zorlandım, ama direndim. Ve sonunda hayli tatmin olarak ödülümü aldım.
Çünkü bu hayat, aşk, inanç, bağlılık, ihanet, evlilik, ana-babalık v.s. üzerine kitap, sonunda şaşırtıcı sürprizlerle bitiyor. Evet, bir değil, birkaç sürpriz bir arada... Ve de bu çabanızı ödüllendiriyor. Demek ki okumaya değer bir kitap.