20 Ekim 2023

Amerikan ırkçılığının unutulmuş bir bölümünü anlatan başyapıt

"Filmde gösterilenler tümüyle doğrudur. Osage adına söylüyorum: Martin Scorsese ve takımı güvenimize yeniden hayat vermişler"

 

 

DOLUNAY KATİLLERİ

X X X X

(Killers of the Flower Moon)

Yönetmen: Martin Scorsese
Senaryo: Eric Roth, M. Scorsese, David Grann
Görüntü: Rodrigo Prieto/ Müzik: Robbie Robertson
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Robert De Niro, Lily Gladstone, Jesse Piemons, Tantoo Cardinal, John Lithgow, Brendan Fraser, Cara Jade Myers, Janae Collins, Jillian Dion

Paramount filmi, 2023

Birçok kez yazmışımdır; değişmeyen inançlarımdan biri ırkçılığın insanoğlu için en büyük günahlardan biri olduğudur diye... Bu konuda bir kitabım bile var: Irkçılığı Gördüm, Tanıyorum (Varlık yayınları)

Bu konudaki bir diğer güçlü inancım da şudur: Biçbir ulus bu günahtan tümüyle uzak değildir. Elbette en uç örnekleri daha çok biliriz: Alman Nazizminin Yahudi kıyımı başta olmak üzere... Ama bundan eski deyimiyle vareste (kurtulmuş, sıyrılmış) hiçbir toplum yoktur. Ne yazık ki bunun örnekleri günümüzde yeniden şahlandı: Rusların acımasız Ukrayna'sından Gazze'deki tüyler ürpertici İsrail - Filistin savaşına... Ne diyeyim: Allah herkese, her millete ve her halka bu konuda akıl versin...

Büyük savaş sonrasının karakterleri

İşte Martin Scorsese ustanın merakla beklenen, çok konuşulan ve önümüzdeki Oscar'larda malı götüreceği söylenen son filmi bu konuya eğiliyor. Hem de tam 3 saat 26 dakikalık bir filmle... Ama galiba atlatılan büyük sinema bunalımından sonra uzun filmler yeniden moda oldu. Hem de büyük iş yaparak... Nuri Bilge'nin hâlâ ülkemizde gişe şampiyonu olan son filmi bunun bir örneği.

Film 1920'lerin ABD'sinde geçiyor. Ve bize Osage kabilesi (yeni bir sözcükle oymağı) denen bir azınlığın yaşadıklarını anlatıyor. Ekranda önce Kızılderili ırkının örneklerinden biri olan bu insanları görüyoruz. Kendi dilleriyle dua ediyorlar. Sonra yaşadıkları yemyeşil bakir alanda birden petrol fışkırıyor. Ve oraya yatırımcı hücumu başlıyor.

Arada perdeye o yıllardan siyah-beyaz, dar ve titrek Fox imzalı haber görüntüleri yansıyor: Yüzlerce atın dolaştığı çayırlar petrole teslim oluyor. Giderek hikâyenin ana kişilerini tanımaya başlıyoruz. İlk dünya savaşından yeni dönmüş Ernest Burkhart (Leonardo DiCaprio), orada aşçılık yapmış bir genç adamdır. Ve 'Ne bulursam yaparım' tarzı iş aramaktadır. Dayısı William Hayle (Robert De Niro) işini çok iyi bilen, bu yüzden Kral diye çağrılan bir üçkağıtçıdır. Hemen başlarda dayıyla yeğen arasındaki uzun diyalog filmin en güzel bölümlerinden biridir. Ve Kral okumayı hiç sevmeyen yeğenine Osage'lar üzerine bir kitap armağan eder.

Amerikan tarihinde ırkçılık

Osage'lar gerçekten var olmuş çok ilginç bir oymaktır. Adlarını Osage nehrinden almışlar, Misssouri'den gelip Oklahoma'ya yerleşmişlerdir. Ayrı bir dilleri, alfabeleri, inanç ve değerleri vardır. Ayrıca zamanla edindikler büyük servetleri... Ki onlara bu yüzden 'safkan servet sahipleri' denir.

Ama işte, beyazların gözü de bu servettedir. Onu edinmenin baş yolu da bu insanları birer-ikişer yok edip mallarına el koymaktır. Kral gibi onların dillerini konuşan bilgililerden sokaktaki adama, herkes bu çabanın peşine takılır. Ve böylece Amerikan tarihinin en büyük soykırımlarından biri başlar. Birbiri ardına en acımasız biçimde yok edilen bireyler biçiminde...

Gerçi Amerikan tarihi içinde baştan beri kıtanın yerlileri Kızılderililerden Afrika kökenli siyahilere, hatta Holokost'tan yıllar sonra Amerikan musevilerine karşı da düşmanlık yüklü kampanyalar olmamış değildir. Ama bu filmin özelliği, bunlardan hiç bilinmeyen birini yıllar sonra hatırlatmasıdır. Hem de sinemanın kendine özgü gücüyle...

İki ırk arasında filizlenen bir aşk hikâyesi

Ve elbette aşk... Di Caprio'nun ustaca canlandırdığı, zekâsı hayli kıt, ama hayatın tüm cilvelerini tatmış ve çok şey öğrenmiş Ernest karakteri, Osage kökenli Mollie'ye tutulur. Çift tipik Osage geleneklerince evlenirler. Mollie sürekli hafiften gülümseyen, kendine özgü bir kadındır. Lily Gladstone'un harika biçimde hayat verdiği... Ardından çocuklar doğar, aile oluşur. Ama beyazların kötülüğü durmaz. Mollie'nin annesi ölür. Gerçek bir Osage'lının oynadığı Lizzie... Kardeşi Anna vahşi biçimde öldürülür, sonra sıra diğer kızkardeşi Reta'ya gelir. Tüm ölenlerin serveti Mollie'ye kalmaktadır. Ve o sırada onun sağlık durumu da gitgide kötülemeye başlar. Acaba hangi nedenlerle?

Ama elbette ABD'de hukuk tümüyle iflas etmemiştir. O zamanlarda bile... Ne de olsa dünyanın en büyük devleti söz konusudur. Böylece Washington uyanır; biraz da Mollie'nin bizzat kalkıp gitmesiyle... Yeni kurulmakta olan FBI işin içine girer. (İyi ki: yoksa o sıkı sıkı polisiye dizileri nereden bulacaktık?). Ünlü hukuk insanı J. Edgar Hoover adamlarını yollar. Ve ABD sonunda bu büyük utançtan bir ölçüde kurtulmaya çabalar. Filmin kalabalık kahramanlarının kaderleriyse son bölümlerde karşımıza gelecektir. İyi veya kötü, çeşitli sürprizlerle...

Kolay unutulmaz sahneler

Filmin gösterildiği son Cannes şenliğinde, hâlâ ayakta olan Osage kabilesinin şimdiki şefi Geoffrey Standing Bear şöyle demiş: "Filmde gösterilenler tümüyle doğrudur. Osage adına söylüyorum: Martin Scorsese ve takımı güvenimize yeniden hayat vermişler."

Filmin çok uzun olduğu ve zaman zaman seyircisine biraz sıkıntı verdiği söylenebilir. Yine de görmeye değer bir yapım bu... Hafiften bir tiyatro estetiğiyle bir western atmosferi birbirine karışıyor. Sonuç olarak kapitalizmin ana yurdu olan bir Amerika için ayrıca ilginç bir konu.

Ayrıca birçok sahnesi unutulmaz. Yeni çıkmış arabaların çılgın gibi halkın üzerine sürüldüğü... Bir cesedin üzerine konan iki elmayla birlikte gömüldüğü... O Grey Horse töreni... Ya da romantik ruhlar için, Ernest ve Mollie'nin tüm filme dayanılmaz bir duygusallık kattığı aşk sahneleri... Hepsi anmaya değer. Finaldeki tam Amerikan usulü bir şov olan bölüm ve de bizzat bize seslenen yönetmen Scorsese... Aman kaçırmayın!.. Çekim için yerel kültürün, adet, gelenek ve emeklerin kullanıldığı da verilen bilgiler arasında...

Düzeyli bir oyunculuk gösterisi

Ernest'de Leonardo Di Caprio kimi zaman kendini fazla sıkıyor gibi dursa da, genelde filme hayat veren bir karakter çizmiş. Benzer şeyler Robert De Niro usta için de söylenebilir. Kimi zaman o da aşırı 'oynar' gibi duruyor. Ama sonuçta ortaya çıkan, dört başı mamur bir kişilik... Benzer biçimde, Mollie'de 'yeni keşif' Lily Gladstone zor bir rolün altından çok iyi kalkmış. Ana Lizzie'de gerçek kızılderili Tatoo Cardinal ve son bölümde ortaya çıkan yasa insanlarında John Lithgow, Brendan Fraser, Jason Isbell gibi oyuncular da göz dolduruyor.

Velhasıl bu dönemin ilginç filmlerinden biri. Mükemmel sayılmasa da... Bir göz atmak gerekiyor.

Atilla Dorsay kimdir?

Atilla Dorsay 1939 İzmir, Karşıyaka'da doğdu. Çocukluğu zor savaş yıllarında geçti. O yıllardan her şeyin karneyle alındığını, radyolardan yayılan savaş haberlerini ve ilk sinema deneyimlerini oluşturan savaş üzerine filmleri hatırlıyor.

On yaşındayken ailesi sırf onu Galatasaray Lisesinde okutabilmek için İstanbul'la göç etti. Böylece Fransız kültürüyle yetişti.

Güzel Sanatlar Akademisi'nde (şimdiki Mimar Sinan Üniversitesi) mimarlık okudu. Hayatta her koşulda koruduğu estetik bakışını bu temele borçlu olduğunu söyler.

Rehberlik, gazetecilik ve eleştirmenlik yaptı.

1966 yılında başladığı Cumhuriyet gazetesindeki yazılarını 27 yıl boyunca sürdürdü.

Bu aralıkta Leman Dorsay'la evlendi. İki çocuk ve üç torunu oldu.

Sonraki yıllarda Cumhuriyet'ten kendi isteğiyle ayrıldı. Kısa bir süre için Milliyet'te devam eden ve hâlâ süren dergi yazarlığı yaptı.

Yeni Yüzyıl'da yepyeni bir gazeteyi yaratmanın keyfini yaşadı. Daha sonra Sabah gazetesinde devam etti. Buradan kendi deyimiyle "ilkesel bir tavırla" ayrıldı: Bir yazısında (Emek Yoksa Ben De Yokum) okuruna Emek sineması üzerine verdiği bir sözü tutmak için.

Atilla Dorsay, 2013 yılından beri "Özgür, serbest, hiçbir konu, yer ve zaman kısıtlamasına tabi olmadan... Ama artık maaşsız!.. Ve çok yakında tam on yılını dolduracak olan... " sözleriyle işaret ettiği T24'te yazıyor.

Atilla Dorsay'ın kültür-sanata dair birçok alanda çabaları oldu. İKSV'de çalışıp yıllar boyu İstanbul Sinema Festivali'nin kadrosunda yer aldı. Dünya çapında sayısız ünlüyü basın toplantılarında sundu, söyleşiler yaptı, fotoğraflarını çekti.

TRT'de hem haftalık müzik programları yaptı, hem de filmler sundu. Özellikle sinemanın 100. yılının kutlandığı 1995 yılı ve sonrasında sayısız klasiği Murat Özer, Alin Taşçıyan, Müjde Işıl gibi genç meslektaşlarıyla birlikte tanıttı.

Sinema Yazarları Derneği'ni (SİYAD) kurdu ve uzun yıllar başkanlığını yürüttü. Ödül gecelerini özenle seçilmiş sunucular ve müzisyenlerle sundu. Yine kendi sözleriyle; "zamanı geldiğinde tüm bu görevleri genç arkadaşlarına bırakmayı da ihmal etmedi".

Dorsay'ın en büyük üretimleri kitapları. 1970'lerden itibaren eleştirisini yazdığı tüm filmleri Türk ve yabancı sinema olarak tasnif ederek pek çok kitapta topladı. Bu kitaplar son 50 yılın bir dökümü niteliği taşıyor.

Aynı zamanda İstanbul, Beyoğlu, şehircilik; biyografiler (özellikle Türkan Şoray ve Yılmaz Güney), söyleşiler, seyahat notları, hikâye, hatta şiirler de yazdı.

Müzik merakını görkemli bir arşivle birlikte sunduğu bir eser yayımladı. Ne Şurup Şeker Şarkılardı Onlar adıyla yayımlanan bu kitap, 20. yüzyıl pop-müzik tarihini anlatıyor.

Kitaplarının sayısı şimdilerde 60'ı aştı, ama daha sayısız projesi var. Son olarak 2022'de Tartışmalar, Polemikler, Kavgalar, onu tamamlayan Övgüler, Yergiler, Atışmalar ise 2023'de çıktı. Ardından daha birçoğu da gelecek. Kendisinin dediği gibi "Allah kısmet ederse!"...

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kaderin elinde sönüp giden bir şarkıcının dramı

Özellikle müzikseverler için kaçırılmaması gereken filmlerden...

Tenis, rekabet, cinsellik ve eşcinsellik

Filmin cinsellikle eşcinselliği birleştirdiği, giderek sinemada sporla seksi inceliklerle sunan filmlerin başına geçtiği açık