JOHN WICK 3 X X X X John Wick 3: Parabellum
Yönetmen: Chad Stahelski Senaryo: Derek Kolstad, Shay Hatten, Chris Collins, Mark Abrams Görüntü: Dan Laustsen Müzik: Tyler Bates, Joel J. Richard Oyuncular: Keanu Reeves, Halle Berry, İan McShane, Laurence Fishburne, Marc Dacascos, Asia Kate Dillon, Lance Reddick, Anjelica Huston, Jerome Flynn
Lionsgate yapımı
|
John Wick dönüyor. 2014’de başlayan bu maceranın asıl kahramanı sürekli ve hiç durmadan adam öldüren bir katildi. Bu açıdan sıra dışı bir kahraman sayılabilir!.. Ama onun 5 yıl içindeki bu üçüncü serüveni, maceranın ve o başkişinin seyirci tarafından tutulduğunu göstermiyor mu?
Çünkü öldürdükleri gerçekten de kötü kişilerdi. İlk filmde New York’taki Rus Mafyası, ikincisinde İtalya’daki asıl ve özgün Mafya’nın elebaşıları. Ancak bir filmde artık öldürülenleri sayamıyorsanız... Bu düzineleri aşıp 50’lere, hatta 100’lere çıkıyorsa... Artık kimin iyi, kimin kötü olduğunun anlamı kalır mı? İlk filmi bu yüzden eleştirmiş ve yermiştim.
Ama bu kez farklı yaklaştım. Çünkü dünyamız gitgide kötüleşmişti, daha da kötüleşiyordu. Demek ki öldürülmeyi hak edenlerin sayısı giderek artıyordu (!).
Böylece ikinci filmin bittiği New York’ta açılan hikâye, artık iyice örgütlenmiş uluslararası bir cinayet şebekesi sunuyor. Yüksek Şura gibi tumturaklı bir ad taşıyan ve sanki bir devlet örgütü kadar ciddi gözüken bir kurum... O ‘temsilci’ tam olarak neyi temsil ediyor, o ‘hakem’ hangi maçın hakemi? Bir ara Fas’a ve efsanevi Casablanca kentinden ıssız çöllere uzanan olaylar, bu kez egzotizmin de işin içine katılması değil mi?
Hikâyenin sonuna dek elden ele dolaşan o paralar, her sorunu çözümleyen o değerli o küçük madalyonlar nereden çıkıyor? Ve John Wick film boyu üzerinden çıkarmadığı o lacivert kostüm, beyaz gömlek ve kravattan oluşan alabildiğine dayanıklı takımı nereden almış? Biz de acaba böyle bir giysiyi bulabilir miyiz?
Neyse... Bu şakalara rağmen, filmi sevdim. Bu Belarus kökenli, arada ‘spasiva’ (Rusça teşekkür ederim) diyen, baştan beri peşinde dolaşan bir katiller ordusuna tek başına direnen adamı bu kez bağrıma bastım. Başına konan büyük ödülü (14 milyon dolar!) almak için çırpınan ve gruplar halinde saldıranların arasında kimler yoktu ki... Uzak-doğu dövüşçüleri, Araplar, siyahiler, motosikletliler... İnanılmaz biçimde kullanılmış atlar ve köpekler (hayvanlara zarar verilmediği güvencesiyle!).
O birbirinden renkli kişilikler. En az Wick kadar elini kana bulamış, onun kadar dövüşçü ve de o harika köpeklerin sahibi Sofia (enfes bir Halle Berry kompozisyonu)... Her yerde karşımıza çıkan (ve sanki filmde tanıtımı yapılan) Continental otellerinden New York’takinin sahibi Winston (ilk filmden beri gelen tek kişilikte yine Ian McShane)... Bulgar bale öğretmeninde son derece özlediğimiz Angelica Huston.
Suşi restoranı sahibi, jiu-jitsu ustası zalim Zero’da Mark Dacascos... Bowery King’de siyahi usta Laurence Fishburne....
Yüksek Şura Temsilcisi’nde yeterince gizemli duran Asia Kate Dillon...Ve elbette artık seriyle özdeşleşmiş, her zamankinden de çok atletik ve ‘cool’ duran bir Keanu Reeves...
Evet, John Wick artık öylesine zarif, öylesine koreografik, öylesine stilize biçimde vuruşuyor ve öldürüyor ki... Bu kitlesel öldürme, bu neredeyse soykırım kendine özgü bir estetik kazanıyor. Ve film boyunca bitmeyen bir bale izler gibisiniz. Konusu ölüm ve öldürmek olsa da!..
Bu artık gerçekten dur-durak bilmeyen bir tempo, şiddet soslu bir gösteri havası, parlak bir şov sanki...Öldüğü halde birtürlü ölmeyen kişiliklerse, elbette başta John Wick, ölümsüzlüğü haberler gibi.
Tüm bunlar filmi getirip çok özel bir yere koyuyor. Çok hassas yürekler dışındaki tüm sinemaseverlere tavsiye edilebilecek bir film.