Filozoflar, edebiyatçılar, müzisyenler, sosyologlar en güzel eserlerini yürürken vermişler. İnsanlık, tarih boyunca 'barış ve adalet' için sayısız kez yollara düşmüş, bu sessiz eylem kitleleri ayağa kaldırmış, 'yürümek' mutlak güce karşı en etkin başkaldırı yöntemlerinden biri olmuş...
Şimdilerde "Yol Aşkı/Yürümenin Tarihi" isimli kitabı okuyorum. Arkadaşım Arzu'nun (Güngör) yeni yıl hediyesiydi bana. Yürümenin bu denli köklü bir geçmişi olduğunu ilk kez öğreniyorum.
Yaklaşık bir aydır yoğun bakımda olan canım babaannemin ölüm haberini aldıktan sonra uçakla İzmir'e giderken de çantamda bu kitap vardı. "Dünyayı keşfetmek düşünceyi keşfetmenin en iyi yollarından biridir" diyordu kitabın yazarı Rebecca Solnit. Benim için de koşmak bir bakıma öyleydi. Doğayı keşfederken kendimi de keşfediyorum. Ancak ne yazık ki teknolojiyle günden güne hareketsizleşen bizler her geçen gün doğadan biraz daha fazla uzaklaşıyor, zayıflayarak düşünme yetimizi de kaybediyorduk. Belki de ondandı bu kırılganlığımız...
Cami avlusunda elim tabutunun üzerinde babaanneme veda ederken de aynı kırılganlığı hissettim. Benim naifliğimin tersine o bu dünyadan çoktan gitmiş olsa da içinde taşıdığı gücü hala hissedebiliyordum. Peki, nasıl olmuştu da böylesine dimdik ayakta kalabilmişti? Biraz anlatmak istiyorum.
Neredeyse çoğu Anadolu kadını gibi babaannemin de çok 'talihli' bir ömrü olmamıştı ne yazık ki. Boşnak bir aileden gelen babaannem genç yaşta evlenmiş, ömrü çocuklarla, bağ-bahçe işlerine koşturmakla geçmişti. Doğayı, toprağı taparcasına sevmem de hep babaannemden kaynaklanıyor sanırım.
Şimdi düşünüyorum da 94 yıllık yaşamında hayatın onca eziyetine göğüs germesi ve bir kere bile şikayet etmemesi belki de topraktan aldığı bu güç sayesindeydi. O, hayatta başarı ve mutluluğun karşına çıkan sorunların üstesinden gelme becerisi olduğunu çok iyi biliyordu. Onu hep, biz torunlarının "bahçe" dediği evinde hiç durmadan telaşla bir o yana bir bu yana koştururken anımsayacağım. Kendi koşarken de genellikle yaz tatillerini ve hafta sonlarını geçirmek için yatıya gelen biz torunlarına yapmamız gereken işleri sıralardı. Babaannem tüm bu hengamenin arasında, örneğin süt sağarken küçük yeşil radyosunu açar, TRT'den günün haberlerini ve 'Arkası Yarın'ları dinlemekten de geri kalmazdı. Dönemine göre fazla bile aydın sayılırdı. Halalarımı bırakın okula göndermeyi ta Amerikalara eğitime gönderecek kadar aydın hem de...
Sonra bizim bahçede boş durmak yoktu. İyi ki de yoktu. O ve dedemin sayesinde bizim de ellerimiz toprakla buluştu, sorumluluk duygumuz gelişti. Yaz-kış ev ve bahçe işlerine koşmak, tarlayı ekip, biçmelerine ve sulamalarına yardımcı olmak bizi güçlendirmişti şimdi daha iyi anlıyorum. Aslında şimdiki nesilin bilgisayar başında geçen hayatlarına bakınca bu sorumluluk duygusundan nasıl da muzdarip olduklarını belki de o yüzden yaşamdan yeterince keyif almadıklarını düşünüyorum.
Ben babaanemi çoğu kez fazla disiplinli bulurdum hatta zaman zaman öfkelenirdim de ama şimdi anlıyorum ki üzerindeki yükün altından kalkmak için başka türlüsü zaten mümkün değilmiş.
Cami avlusunda öylece beklerken "Hadi yavrum ağlamayın artık. Bu kadarmış. Yeter bana..." dediğini de duyar gibi olmuştum. Belki çoğumuza fazlaca 'sert gelen' bu sözler inanın tam da babaannemin tarzıydı.
Ablamın değimiyle o bizim yaşlı çınarımız, 'kıymetlimizdi...'
Hep de öyle kalacak...
Işıklar içinde, sevgiyle uyu babaanneciğim...
Dediğin gibi şimdi önümüze, hayatımıza bakma zamanı...
(Ufak bir not: Geçen yıllarda Çizgelikedi Görsel Kültür Merkezi öncülüğünde gerçekleşen "Kimlik ve İtaat" konulu fotoğraf sergisi için 'kadın olmayı' çalışırken babaannemi ve evini yani bahçeyi de fotoğraflamıştım. Belki fotoğraflar onu, yaşamını daha iyi anlamanız için ipuçları olur diye yazıya ekliyorum.)