Bir kitap hakkında yazmak için oturuyorsun. Sayfalar yazarın hayatının izleriyle dolu; bir anlatı değil sanki, yaşanmış bir ömür, cümlelerde kendini buluyorsun. O hikâyeyi sanki sen yazmışsın gibi, kendinden bir parça gibi. Uzun uzun yazmayı planlıyorsun. Kitaba duyduğun hayranlık, yazarın kalemine dair saygıyla; onu yazarken hissettiği her duyguyu, kendi cümlelerinle anlatmak istiyorsun. Bu zaten senin sevdiğin konulardan biri, biliyorsun.
Kitabı okudun, başkalarının yorumlarına da göz attın; anlatıyı biliyorsun, ne yazacağını da. Yolda yürürken bile kitap üzerine düşünüyorsun. Var olması gereken her şey orada: Kitap yazılmış, yayınevi basmış, ödüller bile almış. Her şey tam da olması gerektiği gibi; ne eksik ne fazla, kusursuz bir döngü.
Yazar kendi kitabını yazmış, yayınevi onu basmış, sen kitabı okumuşsun. Peki ya sen? Kendi hikâyeni yazmak için masaya oturduğunda, hayatında eksik kalan bir şeylerin farkına varıyorsun—yarım kalmış hayaller, hiç başlamamış projeler. Kusursuz görünen o döngü, senin için geçerli değil sanki. Her şey olması gerektiği gibi değilmiş gibi hissediyorsun; bir şeyler eksik, tamamlanmamış.
Bir radyo var örneğin, adı Açık Radyo ama yayını kapalı. Frekansı açsan bir cızırtı duyuyorsun.
Mubi’deki film festivali, beklediğin gösterim; o da iptal edildi. Yapılmamış, gösterilmemiş, söylenmemiş, başlatılmamış, bitirilmemiş, duyurulmamış, okunmamış, yazılmamış, çizilmemiş, anlatılmamış, yaşanmamış, bırakılmış, unutulmuş, ertelenmiş, yitirilmiş. Bir film izlenmek için çekilmiş ama perdeye hiç yansımamış.
Etrafında böyle bir boşluk haritası oluşuyor; yapılmamış olanların, hiç konuşulmamışların haritası. John Cage’in 4’33’’ performansı geliyor aklına; sessizlik içinde beklenen o dakikalar. Herkes bir şeyin başlayacağını sanıyor, piyanistin tuşlara basacağı, bir melodinin yankılanacağı anı bekliyorlar. Ama hiçbir şey olmuyor. Sadece sessizlik var. Bir salonda toplanmış insanlar, o anda sesin yokluğuyla karşı karşıya kalıyorlar, sıradan bir sessizlik değil, tüm o bekleyişin verdiği gerginlikle yoğunlaşan bir boşluk. Bu sessizlik, yokluğun içindeki yoğunlukla adeta bir yankı gibi büyüyor. Herkes o ana dikkat kesilmişken, duydukları şey aslında duyulmayan, orada olmayan. Bu sessizlik, her şeyden daha güçlü ve daha anlamlı hale geliyor; sanki bir şeyin var olması, sesi değil sessizliğiyle gerçekleşiyor.
Sessizlik yapılmayanların yankısı mı? Hayatında yaptıklarının değil, yapmadıklarının, beklenen ama bir türlü gerçekleşmeyenlerin yarattığı bir gerginlik var. Bir şey yok ama bu yokluk varmışçasına hissettiriyor kendini.
Bir de Blanchot’un edebiyatta boşluk ve yokluk üzerinden anlattıkları var. Düşünsene, bir şeyin olmaması ya da yapılmaması, o şeyin kendisinden daha güçlü bir anlam taşıyabilir mi? Anlatı bazen kelimelerde değil, o kelimelerin arasında kalan boşluklarda anlam bulur diyor Blanchot. Mesela, bir romanda söylenmeyen ama okuyucunun hissettiği bir duygu, bazen açıkça ifade edilenden çok daha güçlü bir etki bırakır. Edebiyatta anlatılmayan, söylenmeyen, satır aralarına gizlenen boşluklar, hikâyenin en etkili anları haline gelebilir diyor. Hayatta öyle olsa ya keşke.
Roman olsaydı, anlatıcı seni o boşluğa çekebilirdi. Sayfaların arasında, eksikliklerin içine kaybolur, anlatının seni sardığını hissederdin. Gerçek yaşamda ise çekildiğin bir boşluk var, ama bunun kontrolü sende değil; hayatın içine savruluyorsun.
Roman ve hayat; bazen aynı yerde buluşacakmış gibi geliyor ama sonunda ayrılıyorlar. Romanlarda boşluklar hikâyeye derinlik katarken, gerçek hayatta o boşluklar ağırlaşıyor, yalnızca eksiklik olarak yer ediyor. Ve sen, romanlardaki gibi bir tamamlanmışlık ararken, hayatındaki boşluklarla yaşamayı öğreniyorsun.
Ama sen kitaplarda arıyorsun avuntuyu. Birkaç sayfa daha okuyorsun. Edebi uzam, diyor Blanchot, var olanla değil, yok olanla kurulur. Edebi yaratının gücü bazen orada olmayanın sessizliğinde saklıdır. Tamam diyorsuni sormam gereken soruyu buldum: Bir şeyin olmaması ya da yapılmaması, o şeyin kendisinden daha güçlü bir anlam taşıyabilir mi? Görünürde eksik olanın, bırakılan boşluğun daha dolu olduğunu hiç fark ettin mi? Bir festival yapılsa, yüzlerce insan toplanır, kahkahalar, alkışlar duyulur, bir film perdesine yansır; ama eğer o festival yapılmadıysa, akıllarda boş bir alan kalır ve o alan, doldurulamayan bir beklentiyle büyür. Frekansın o bozuk sesi, yokluğun en güçlü yankısı gibi geliyor kulağına; sessiz bir protesto, dinleyicisine ulaşamayan bir şarkı. O ses bir türlü ortaya çıkmıyor ama işte, tam da o yoklukta kendi varlığını gösteriyor. Kitaplarda ve hayatta peşinden koştuğun o boşluklar gibi, bir şey olmadığında, tam da o boşlukla hatırlanıyor.
Bir odada karşılıklı oturan iki insanı düşün. Kelimeler tükenmiş, diyalog kopmuş, ama aralarındaki sessizlik gitgide yoğunlaşıyor. Hiçbir şey söylenmiyor ama her şey orada, havada asılı kalmış. Herkes ne olduğunu biliyor, her şey ortada, ama kimse bir şey söylemiyor. Sessizliğin içinde konuşulmamış cümleler, bitmemiş duygular, tamamlanmamış yüzleşmeler var. Bu işin sonunun nereye varacağı belli; kelimeler olmasa bile oradaki eksiklik, her şeyin nereye gittiğini, hangi sona doğru sürüklendiğini işaret ediyor. Ve o sessizlikte, tüm söylenmeyenler bir anlam buluyor, görünmez bir ağırlık gibi havada kalıyor. Kelimeler gelmese de, herkes biliyor; sonunda söylenmemiş olan, belki de en derin yarayı bırakacak. Ama her yara gibi, o da kapanacak zamanla.
Georges Perec, boşluklar ve alanlar üzerine yazarken aslında yaşantımızdaki kullanılmayan, göz ardı edilen alanlara dikkat çekiyordu ya. Sadece odalar, sokaklar, şehirler değil, zihinlerimizde ve ilişkilerimizde bıraktığımız boşluklardan da bahsediyordu. Hayatındaki bu boşlukları düşün. Odaya ilk girdiğinde hiç dikkat etmediğin bir köşeye ne dersin, hani hiç kullanılmayan bir alan. Orası, tozlanmış bir şekilde, sessizce duruyor. Gün içinde belki onlarca kez yanından geçiyorsun ama orada, o köşede kimse yok, kimse durmuyor. Perec, bu tür alanların, bizim farkına bile varmadığımız ama yaşamlarımızın bir parçası olan sessiz boşluklar olduğunu söylüyor. Bu köşelerin sessizliği, gözden kaçan ama bir o kadar da varlığını sürdüren bir gerçeklik. Orada olmadığın için o boşluklar yok olmuyor, aksine, seni sürekli görünmeyen bir yerden izleyen şeyler gibi hayatının içine sessizce karışıyorlar.
Bakmadığımız, dokunmadığımız, hissetmediğimiz yerler de yaşamın sessiz ama dolu yanları.
Şimdi, yıllardır arayıp da görüşmediğin arkadaşlarını düşün. Belki bir telefon uzaklıkta, birkaç sokak ötede oturuyorlar. Seslerini hatırlamıyorsun belki, ama o sesler de o boşluk gibi, yaşamında sessizce yer tutuyor. Sesini duyurmak için bekleyen ama hiç duyulmamış, arka planda kalmış sesler var. Böyle boşlukların, kullanılmayan alanların aslında dolu dolu anlam taşımadığını mı söyleyeceksin yoksa?
Yaşantının tam merkezinde olmayan, göz ucuyla geçilen veya unutulmuş olan her şey, gerçekte yaşamın kendisine anlam veren parçalar. Görünüşte boş olan bir köşe, aslında yokluğuyla bile sürekli varlığını hissettiriyor. Hayatında düşünmediğin, fark etmediğin, arka planda bıraktığın her detay, her ses, her boş alan, seni sessizce tamamlayan parçalar. Korkarım bizi de bu boşluklarımız tanımlayacak işte.
Anlatılmamış hikâyelerin, konuşulmamış diyalogların bir ağırlığı var.
Bir festival, bir radyo, bir ders… Onlar olsaydı ne olurdu? Bu yapılmayanlar, boşluk olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Sen yazmaya oturdun, belki de yazmadıkların hakkında düşünmeye başladın. Çünkü var olanı düşündüğünde, her şey çok anlaşılır, çok bilinir ve tamamlanmış geliyor. Ama eksikler, boşluklar, yapılmayanlar? Orada, içimizde ve etrafımızda varlıklarını sürdürüyorlar. Her şey olması gerektiği gibi olmadığında, ne yapacağını bilmediğini hissediyorsun.
Bu eksiklikler, kullanılmamış şeyler, zaten en baştan olamayanlar, kendi başlarına anlam üretebilirler; bir varlık gösterememe hali, hatta bir tür direniş. Buna inanmaya ihtiyacın var.
Ama her sessizlik dolu bir yankı bırakmaz, her boşluk bir anlam taşımaz. Bazı eksiklikler, doldurulamayacak kadar derin bir boşluk yaratır. Sara Ahmed’in toplumsal kurallara karşı direniş olarak kabul ettiği “kullanılmama” fikri belki bir başkası için acının sessizliğidir. Kimi şeyler, yokluğuyla var olmayı başarsa bile, var olmayı başaramayanlar da vardır; tamamlanmamış işler, kopuk bağlantılar, yıllar içinde birikmiş ama dağılmamış sessizlikler. Bunlar, direniş değil; sadece içimizde yankılanan bir boşluk, dönüşümü ve direnişi olmayan bir eksiklik hissi bırakır.
İsmini bilmeden toprağa verdiklerin var, yasını tutmadıkların. Kalbinde sessizce gömülen, üstünü örttüğün kayıplar. Hiç yazmadığın kitaplar, hiç göndermediğin mektuplar, yazıp yazıp sildiğin, yırtıp attığın satırlar… Söz verip de buluşmadıkların, hayatından usulca çıkan ama bir daha dönmeyenler.
Hiç söyleyemediğin itiraflar var; dudaklarından dökülemeyen, kalbine sessizce gömdüğün duygular. Bir zamanlar hayalini kurduğun ama hiç gidilmeyen yollar, bekleyip durduğun ama bir türlü gelmeyen baharlar.
Raflarda tozlanmış defterlerin var; içinde hiç yazılmamış şiirler, başlamamış hikâyeler. İlk sayfası bile açılmamış kitaplar gibi, bir köşede sessizce unutulmuş hayaller. Çocukken sahip olmak istediğin ama hiç sahip olamadığın, zamanla pes ettiğin düşlerin.
Kapanmadan açılan yaraların var; iyileşmeyen, izi kalmış ama dönüp bakmadığın, kalbinde bir yerlerde saklı duran. Yapamadığın işler, başlamadığın projeler, yarım kalan sözler, tamamlanmayan cümleler. İçinde bir yerlere gömdüğün pişmanlıklar; hayatının bir köşesinde kalmış, sana seslenmeyen ama yine de yankılanan hatıralar.
Bütün bu yokluklar, kendilerini senin sessizliğinde var eder. Yapmadıklarının bıraktığı o sessizlik, dolup taşar. Yazarın kalemini durdurduğu, bir filmin hiç gösterilmediği, şarkının bir türlü çalmadığı o anlar gibi; görünmeyen ama içten içe hissettiğin bir ağırlık olur.
Bazen eksik olan, tamamlanmış olandan daha kalıcı iz bırakır. Olmayan bir şeyin açtığı boşluk, onu hep hatırlatır; çünkü o boşluk, hiçbir zaman kapanmayacak bir yer açar kalbinde. Sessizce yankılanır, dokunmadığın yaralar gibi. Ve bu yaralar sustukça derinleşir; boşlukla var olmayı öğrenirsin, ama hep o boşluğun sana ait olduğunu, kapanamayacağını, tamamlanamayacağını bilirsin. O eksiklik, yokluğuyla kalıcı olur ve sen, onun içinde, onu her daim hissetmeye devam edersin.
Ve biz, ülkece bu eksikliklerin gölgesinde yaşıyoruz. Hiç yaşanmamışlar, yarıda kalan umutlar, ertelenmiş hayaller. Yapılmamışlar birikiyor; söylenmemiş sözler, yüzleşilmemiş acılar, arka planda sessizce büyüyen, bizi sarıp sarmalayan o boşluk.
Ve biz, sen ve ben, bu boşluklarla baş etmeye uğraşıyoruz. Çünkü biliyoruz, bu topraklar, yarım kalmış düşlerle, tamamlanmamış hikâyelerle, bitmemiş cümlelerle dolu.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.
Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.
Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.
Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor.
|