19 Ocak 2025

David Lynch ve üzgün bej

Eko merkezli yaşam tarzlarının, minimalist estetiğin yükselişi, bize doğaya dönüşün bir parçası gibi sunulsa da bu akım, doğanın kendisinden ziyade onun pazarlanabilir, steril bir yansıması. Gerçek doğa, yemyeşil yaprakların yanındaki çürümüş kahverengiyi, parlak bir çiçeğin solgun gölgesini de barındırır. Doğayı bejin sınırlı tonlarına indirgemenin doğallıkla ne ilgisi var?

Üzgün bej, mutlu pembe, asil siyah... Renklerin duygulara büründüğü bir dünyada yaşıyoruz. Ama son zamanlarda gözlerimiz kahverenginin, bejin ve toprağın tonlarıyla kuşatılmış durumda. Sad beige, üzgün, neşesiz bej, bu akımı duydunuz mu? Her şeyin aynı soluk renkte aktığı, pastel bir dünyada gibiyiz. Çocuk odalarından kıyafetlere, kahve kupalarından ev dekorasyonuna kadar uzanan bir bej rengi hâkimiyeti. Baktıkça insanın içine çöken ama bir yandan da huzur veren bir boşluk. Ama bu huzur gerçek mi?

Bir David Lynch sahnesi geliyor aklıma. Blue Velvet'ın açılışında, sıradan bir Amerikan banliyösü. Yemyeşil çimenler, kırmızı güller ve bembeyaz çitler. Kuş cıvıltıları, çocuk kahkahaları... Her şey huzurlu ve kusursuz görünür. Ancak kamera yavaşça yere doğru eğilir, çimenlerin arasından toprağın altına süzülür. Görünenin altında bambaşka bir dünya vardır, karıncaların ve böceklerin kaynaştığı, çürümüş yaprakların birbirine karıştığı bir karmaşa. O pürüzsüz çimenlerin altında hayatın sert ve çalkantılı gerçekliği gizlidir. Lynch'in bu sahnesi, bize yüzeyin altına bakmayı öğretir. Sad beige, üzgün bej akımı da biraz böyle. Dışarıdan dingin ve doğal görünen bir estetik ama altında bir sterilizasyon, bir tekdüzelik var. Sanki her şey kusursuz ve sade olmalıymış gibi, hayatın doğal dağınıklığı törpülenmiş gibi.  Oysa Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi romanında renkler, hatıraların canlı birer taşıyıcısıdır. Kemal’in Füsun’a duyduğu aşkın izleri, sararmış fotoğraflarda, solmuş mendillerde ve kırık cam parçalarında saklıdır. Renklerin solması, hatıraların da silikleşmesi gibidir.

Doğanın canlı ve çelişkili renklerinin yerini, homojen ve pazarlanabilir bir sadelik almış. Bu durumun iç dünyamızı ve yaşam alanlarımızı renklerden arındırarak, çeşitliliği ve enerjiyi törpüleyeceğini söyleyenler var. Zaten bu söyleyenler ve karşı söyleyenler arasında gidip geliyor sosyal medya akımları. Oysa hayat, tek bir renk paletine sığmamalı. Bir çocuğun sarı ayakkabısı, yaşlı kadının mor şalı, sokakta rastladığımız duvar resmindeki canlı turuncu. Hatta Schjerfbeck’in kırmızı noktalı oto portresini düşünüyorum şimdi. Soluk ve puslu tonların arasında beliren o küçük kırmızı nokta, tüm resmin ağırlığını ve durağanlığını bir anda sarsıyor. O minimal, neredeyse silik figürün tam ortasında, dudaklarda beliren bu kırmızı detay, hayatın içindeki beklenmedik an, ters köşe. Bu resim, Schjerfbeck’in 1944 yılında yaptığı oto portrelerinden biri. Minimal bir renk paletiyle çalışılmış olsa da, derinlik ve karmaşa barındırdığı aşikâr. İlk bakışta soluk tonlar ve sade bir ifade dikkat çekiyor. Ancak resme yakından baktığınızda, bu kırmızı nokta dikkatinizi cezbeder. Bu detay eserin geri kalanındaki kasvet ve sadelikle bir kontrast yaratır. İşte tam da bu, sanatın hayattan daha cesur olduğunu gösterir.

Sanat, minimalizmi ya da sadeliği bile kullanırken bir çeşit çatışmayı, bir hikâyeyi, rastlantısal bir ifadeyi içinde taşır. Schjerfbeck’in bu otoportresi, hayatta çoğu zaman göz ardı edilen duyguların ve içsel çatışmaların bir yansımasıdır. Homojen ve pazarlanabilir bir sadeliğin ötesinde, bu eser bize küçük bir kırmızı dokunuşla hayatın karmaşıklığını hatırlatır. Sanat da buradan doğar zaten. Kusurlardan, çatlaklardan, rastlantılardan. Belki de bu yüzden sanat, hayattan daha güzeldir. Çünkü sanat, hayattaki bu rastlantısallığı cesurca sergilerken, hayatın kendisi çoğu zaman bunu gizler.

Eko merkezli yaşam tarzlarının, minimalist estetiğin yükselişi, bize doğaya dönüşün bir parçası gibi sunulsa da bu akım, doğanın kendisinden ziyade onun pazarlanabilir, steril bir yansıması. Gerçek doğa, yemyeşil yaprakların yanındaki çürümüş kahverengiyi, parlak bir çiçeğin solgun gölgesini de barındırır. Doğayı bejin sınırlı tonlarına indirgemenin doğallıkla ne ilgisi var?

Renkleri hayattan çalmak, hayata dair deneyimimizi eksiltir. Mesela düşünün, Federico Fellini’nin Tatlı Hayat filmindeki devasa köpükler, yalnızca sahnenin gösterişli atmosferini değil, aynı zamanda karakterlerin taşkın özgürlük arayışlarını ve toplumun yüzeydeki neşesinin altında yatan boşluğu da temsil etmiyor mu? Ya Pedro Almodóvar’ın Çıplak Ten ve Annem Hakkında Her Şey filmlerindeki doygun kırmızılar, karakterlerin tutkularını, aşkı ve çoğu zaman bastırılmış öfkelerini seyirciye adeta haykırarak aktarmıyor mu?

David Lynch’in Mavi Kadife ve Mulholland Çıkmazı filmlerinde gördüğümüz kasvetli mavi tonları, izleyiciyi rahatsız edici ve tedirgin edici bir bilinçaltı dünyasına çekerken, Wes Anderson’ın Büyük Budapeşte Oteli ve Yükselen Ay Krallığı filmlerindeki pastel dengeleri, kusursuz kompozisyonlarıyla nostaljik ve masalsı bir atmosfer yaratır. Stanley Kubrick’in Cinnet filmindeki parlak kırmızı otel koridorları, mekânın uğursuzluğunu ve karakterlerin giderek artan psikolojik baskısını somutlaştırır. Gaspar Noé’nin Boşluk filmindeki neon renk patlamaları, Tokyo’nun kaotik ve sürreal atmosferini olduğu kadar, ölüm ve yeniden doğuş temasını da yoğun bir şekilde hissettirir. Andrei Tarkovsky’nin İz Sürücü filminde sepya tonları ile renkli sahneler arasındaki geçişler, gerçeklik ve hayal arasındaki sınırları bulanıklaştırarak izleyicide varoluşsal bir huzursuzluk yaratırken, Wong Kar-wai’nin Aşk Zamanı filmindeki zengin kırmızı ve yeşil tonları ise bastırılmış arzuların ve söylenmemiş duyguların görsel bir yansımasıdır.

Lynch, sanırım kendisi ile ilgili olan belgeselinde “etrafta olup bitenleri bırakın, ne yapmanız gerekiyorsa ona odaklanın” gibi bir cümle söylemişti.  Bireysel eylem güçlüdür. Bu yaklaşımı Viktor Frankl’ın İnsanın Anlam Arayışı kitabında da görürüz.  Onun logoterapi kavramıyla da örtüşür ayrıca bu bakış. Frankl, en zorlayıcı koşullarda bile insanın kendi yaşamına anlam katabileceğini ve kontrol edebileceği şeylere odaklanarak varoluşsal bir tatmin bulabileceğini savunuyordu. Lynch’in yaklaşımı da benzer şekilde, kaotik ve belirsiz bir dünyada bireyin kendi küçük alanında yaratıcı ve anlamlı işler üretmesine yönelik. Ayrıca bu, Stoacı felsefenin temsilcilerinden Epiktetos’un kontrol edebildiklerinle ilgilen, edemediklerini bırak düşüncesiyle de paralellik gösteriyor. Stoacılık, dışsal olayları değiştiremeyeceğimizi ama onlara verdiğimiz tepkileri kontrol edebileceğimizi savunuyordu. Aslında odaklanma hali, bireyin hem psikolojik dayanıklılığını güçlendirir hem de yaratıcı üretkenliğe alan açar. Çünkü insan, kendi küçük dünyasında anlam ve estetik yaratabildiğinde, dış dünyanın tekdüzeliği ve kasveti karşısında bile içsel bir denge kurabilir. Tıpkı renklerin karmaşasında yaşamayı seçmek gibi; hayatın bütün canlılığına, rastlantısallığına ve kusurlarına cesurca sarılmak, gerçek anlamda var olmanın ve üretmenin en güçlü yoludur.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Başarıyı yeniden düşünmek

Kızıma anlatacaklarım var, ama sanırım önce kendi cevabımı bulmam gerekiyor

Kalabalık yalnızlık: Modern dünyada birlikte ve tek başına olmanın hikâyesi

Yalnızlık, modern çağın sessiz salgını. Kalabalıklar içinde kaybolan bireyler, dijital dünyada sahte yakınlıklar, kolektif bağlarımızın unutulan gücü… Peki, bu paradokstan çıkış yolu nerede?

Yürüyen ağaçlar

2025, hepimiz için yeni filizlerin, derinleşen köklerin ve içimize dolan ışığın yılı olsun

"
"