02 Şubat 2025

Beklemenin zamanı: Sabırsızlık çağında durgunluğun anlamı

Beklemek sadece zamanın geçişi değil, ona nasıl tanıklık ettiğimizdir de…

İstanbul’da Şaşkınbakkal’da bir ATM sırasında. Önümde hoş giyimli, güzel gözlüklü bir adam telefonla konuşuyor. Nasılsın abim diyor, yengem nasıl diyor. Gülüşmeler, bizim salonu biliyorsun zaten, sığarız oraya. Ne zaman alalım diyor, konuşma hararetli. ATM sırasında önümde, zaten bir o bir ben varız. Bekliyorum. Konuşmanın bitmesini beklediğimi bilmiyorum henüz, işinin bitmesini beklediğimi sanıyorum. Sonra üç dört dakika geçiyor. Adam telefonu kapatıyor, sonra telefonuyla QR kodunu girerek ATM’deki işine başlıyor. Çünkü para çekmeyi meğer kartıyla yapmıyormuş, meğer telefonunu kapanmalıymış ki sıra bana da gelebilsin. Ben bunu bilmiyorum, o biliyor. Ve bunu kabalık olarak görmüyor. Beklemek ile ilgili düşündükçe bana beklemek aslında sosyal hayatın mikro kozmosu gibi geliyor. Neyi bekliyor, kimi bekletiyor, beklemeyi nasıl tanımlıyoruz?  Zira nasıl beklediğimiz, nasıl beklettiğimiz, kim olduğumuzu gösteriyor.

“Penelope tezgâhının başında Odysseus’u bekler, Vladimir ve Estragon Godot’yu bekler, hepimiz bir şeyleri beklemek zorundayız, otobüsleri, telefonları ve su ısıtıcısının kaynamasını. Peki, insan başka ne bekler? Sevdiğimiz birinin dönüşünü, bir hastalığın iyileşmesini, ilhamı, hatta bazen sadece bir anın geçmesini bekleriz” diye başlıyor On Waiting kitabı. 

Beklemek hayatın kaçınılmaz bir gerçeği. Çoğu zaman sabırla, bazen umutsuzluk içinde, bazen de farkında olmadan bekliyoruz. Peki, beklediğimiz anlar gerçekte neyle ilgili? Beklemenin zamana dair bilgimizi, hatta kendimizi algılayış biçimimizi nasıl şekillendirdiğini hiç düşündüm mü? Beklemek, zamanı hissetmenin en yoğun deneyimlerinden biri. Henri Bergson’un dediği gibi, zaman sadece mekanik bir ölçümden ibaret değil, yaşanan bir süreklilik. Bir çayın içine atılan şekerin erimesini izlemek, zamanın akışını deneyimlemenin bir yolu. Fırına verilen poğaçanın kabarmasını beklemek, bir yağmur damlasının cama süzülmesini takip etmek de beklemek. Ama neden beklemek bazen sabırlı bir kabul, bazen Kate Croy’un Güvercinin Kanatları’ndaki gibi hesaplanmış bir bekleyiş oluyor bunu merak ediyorum işte.

Beklemenin bir etiği var mı, yoksa beklemek sadece bir çaresizlik hali mi? Rilke’nin şiirlerindeki gibi, beklemek bir dönüşüm süreci olabilir mi? Ya da Elizabeth Bishop’un dizelerindeki gibi, bir tür kayıp mı içerir? Raymond Carver’ın öykülerinde olduğu gibi, beklemek çoğu zaman sessiz ve görünmez bir eylem; anlamı, ancak zaman içinde ortaya çıkıyor.

Modern dünya beklemeyi ortadan kaldırma vaadiyle geldi, internet, mesajlaşma, online alışveriş. Ama aslında beklemek sona erdi mi? Yoksa sadece biçim mi değiştirdi? Siparişin kapıya gelmesini beklemek, bir mesajın mavi tık olmasını izlemek, yine de bir tür sabır gerektiriyor. Fark şu ki, artık bekleyişimizi daha verimli, daha kısa hale getirmeye çalışıyoruz ama belki de bu yüzden, beklemenin getirdiği dönüşümden mahrum kalıyoruz.

Beklemenin farklı biçimlerini keşfetsem, sabırsızlık çağında bile beklemeye yer açmak gerektiğini düşünsem, nedir bu acelem diye sorsam Şaşkınbakkal ışıklarda ATM’de gördüğüm beni bekleten adamı affedebilir miyim? Bugün yola bu soruyla çıkıyorum. Belki de beklemek, sadece geçen zamanı değil, bizi de dönüştüren bir şeydir, ne dersiniz?

Henri Bergson’un şeker parçası metaforu bilinir. Fransız filozof Henri Bergson (1859-1941), zaman kavramı üzerine yaptığı çalışmalarla tanınıyor.  Bergson zamansallığın deneyimsel doğasını tartışır. Şeker parçası metaforu, onun süre / la durée kavramına dair bir örnek, bir şekerin çayda erimesi gibi, gerçek zaman da mekanik olarak bölünemez ve sürekli bir akış içindedir. Ona göre zaman, mekanik olarak ölçülebilen bir şey değil, bilinçte deneyimlenen kesintisiz bir süreç. Beklemek de bu süreyi hissetmenin en yoğun yollarından biridir. Saatin ilerlemesi nesnel bir zaman ölçümü olsa da, bekleyişin uzadığı ya da hızlandığı hissi tamamen bireysel deneyimle ilgili. Mutluluk içinde beklemek zamanın akışını hızlandırırken, belirsizlik içindeki bekleyiş süreyi ağırlaştırır.  Yani zaman sadece bir ardışıklık değil, yaşanan bir bütünlüktür ve beklemek, bu bütünlüğü en çıplak haliyle hissettiğimiz anlardan biridir.

Aynı günün öğleni, bu sefer Barış Büfe’de masa bekleyen insanların kapışmasını görüyorum. Az ileride, bir mağazada kasa kuyruğundaki bekleyişi izliyorum. Kendi kendime düşünüyorum: Hiçbir kazağı bu kuyruğu bekleyecek kadar isteyemem. Ya da ister miyim? Bir kazak mı, bir kitap mı, yeni çıkan bir telefon mu, yoksa bir tiyatro gösterisinin başlaması mı? Neden bazı bekleyişler daha değerli, bazıları ise tahammül edilmez geliyor? Beklemeler arasındaki bu hiyerarşiyi neden kuruyoruz? Ta 2019’da, 10 Şubat’ta yine bekleme üzerine bir yazı yazmışım“Beklemek değil, ama bekleyecek bir şeyi olmamaktır korkunç olan.”

Madem Bergson’dan bahsettim, şimdi de Walter Benjamin’e geçelim. Bergson için zaman kesintisiz bir akışkenWalter Benjamin geçmişin beklenmedik anlarda şimdiye sızdığını söylerBergson’un süre kavramı, zamanın içimizde yumuşak bir geçişle aktığını ima ederken, Benjamin için bazı anlar tarihin aniden şimdiyle çarpıştığı kritik kesitlerdir. Bekleme anları da böylesine kesintili olabilir mi? Bir anda sabırsızlıkla uzayan saniyeler, diğerinde anlam kazanan geçmişin izleri...

Freud da haz ilkesinin ertelenmesini, beklemenin psikolojik boyutunu anlamak için önemli bir noktadır. Dürtüler anında tatmin olmak ister, ancak kültürel ve toplumsal yapılar bu tatmini ertelemeyi öğretir. Benjamin’in geçmişin şimdiye sızması ile Freud’un ertelenmiş haz kavramı aslında aynı soruyla kesişiyor: Beklemek bir boşluk mu, yoksa bir dönüşüm mü?

Tarkovsky’nin Ayna filmi, geçmiş ve şimdi arasındaki sınırları akışkanlaştırırken, Hopper’ın Otomat tablosu, zamanın donduğu, yalnızca bekleyen kişinin iç dünyasında aktığı bir anı gösteriyor. Birinde bekleyişin içinden bellek süzülüp geçerken, diğerinde beklemek dış dünyadan tamamen kopmuş bir yalnızlık anı gibi. Zaman akışkan mı, kesintili mi? Belki de bu sorunun cevabı, bakan kişinin bakışına bağlı olarak değişiyor.

Bekleme ve iktidar ilişkisi

Beklemek her zaman eşit dağıtılan bir deneyim değil. Beklemek ve bekletmek, toplumsal hiyerarşilerle doğrudan bağlantılıdır. Zamanı kontrol edenler, aynı zamanda bekleme süresini de belirleyebilir. Pierre Bourdieu, zamanın toplumsal sermaye ile ilişkisini ele alırken, beklemenin ya da bekletme gücüne sahip olmanın bir iktidar meselesi olduğunu söyler. Michel Foucault ise zamanı bir disiplin aracı olarak görür; zamanın nasıl harcandığına karar verenler, toplumsal düzeni de şekillendirir. Bir devlet dairesinde saatlerce sıra bekleyenler ile ayrıcalıklı bir statüyle bu bekleyişten muaf olanlar arasındaki fark, zamanın nasıl bir tahakküm aracı olabileceğini gösterir.

Bekleyen, edilgen ve sabrı sınanan bir konumda kalırken; bekleten, zamana hükmederek otoritesini perçinler. Havaalanlarında, lüks restoranlarda veya özel hastanelerde bekleme süresini kısaltan ayrıcalıklar sunulur, kamusal alandaki bekleme süreleri ise alt sınıflar için kaçınılmazdır. Luis Buñuel’in Burjuvazinin Gizli Çekiciliği (1972) filmi, bekleyen ve bekleten arasındaki görünmez sınırları mizahi bir şekilde ele alır. Filmde, üst sınıfa mensup karakterler sürekli bir yemeğe oturma çabası içindedir, ancak türlü engellerle karşılaşarak bekleyişleri ertelenir. Bu absürt bekleyiş, iktidarın zaman üzerindeki kontrolünü sorgulayan bir anlatıya dönüşür. Beklemek, yalnızca bir anın geçmesini beklemek değildir; bazen bir otoritenin dayattığı zaman düzenine boyun eğmek anlamına da gelir. Kimlerin beklemek zorunda olduğu ve kimlerin beklemeden geçebildiği, toplumsal hiyerarşileri en açık şekilde görünür kılan anlardan biridir.

Bekleme, teknoloji ve ritüel

Modern dünya, beklemeyi bir gereksizlik olarak görme eğiliminde. Hartmut Rosa’nın hız toplumu teorisine göre, teknoloji yalnızca hayatı hızlandırmakla kalmadı, aynı zamanda beklemeyi bir eksiklik ya da zaman kaybı olarak kodladı. Çevrimiçi alışveriş, hızlı teslimatlar, anlık mesajlaşmalar, tüm bunlar beklemeyi en aza indirerek modern insanın sabırsızlık eşiğini düşürdü. 

Beklemenin ritüel boyutu da var. Bazı kültürlerde beklemek, sabır ve içsel disiplinin bir göstergesi olarak görülürken, bazen bir eksiklik, hatta bir başarısızlık olarak algılanıyor. Zen Budizmi’ndeki bekleme pratiği, bekleyişi pasif bir eylem değil, aktif bir farkındalık hali olarak ele alır. Oturup hiçbir şey yapmamak, zamanın geçmesine izin vermek, varoluşu hissetmenin bir yolu haline gelir. Buna karşılık, Batı dünyasında hız ve verimlilik odaklı yaşam, bekleme anlarını boşluklar olarak görmekte, bu boşlukları doldurmak için sürekli bir hareket halinde olmayı teşvik etmektedir.

Peki, teknolojinin hızlandırdığı dünya ile ritüelleşen bekleme arasında bir uzlaşma mümkün mü? Bekleme sürecinin kayıpla mı, yoksa anlamın derinleşmesiyle mi ilişkili olduğu, hangi perspektiften bakıldığına göre değişir. Belki de beklemeyi yalnızca bir engel değil, yeniden bağlantı kurabileceğimiz bir alan olarak görmek gerekir geçmişle, kendimizle ve dünyayla.

Oslo’da, bir resmin önünde

Oslo’da bir sanat galerisindeyim. Harriet Backer’in Mavi Oda tablosunun önünde uzun uzun duruyorum. Kadın figürü, odanın içinde ama odadan bağımsız, sanki zamanın dışına asılı kalmış gibi. Odanın mavi tonları, ışığın içeri süzülüşü, bekleyişin sessizliği... Bu, sabır mı, hüzün mü, yoksa sadece var olmanın dinginliği mi? Resmin içindeki kadın bekliyor mu, yoksa sadece duruyor mu? Beklemek ile sadece durmak arasındaki farkı düşünürken, kendimi de bir resmin içine yerleşmiş gibi hissediyorum.

Galerinin ikinci katına çıkıyorum, denize bakan bir kafe burası. Denizin üstü ince bir buz tabakasıyla kaplı, hareketsiz ama kırılgan. Bir kahve alıyorum. Burada, bilmediğim bir coğrafyada, bilmediğim bir dilin içinde beklemek bana daha yumuşak geliyor. Tanıdık bir yerin içinde beklemekle, yabancı bir yerde beklemek arasında fark var mı? Belki de bildiğimiz yerlerde beklemek, zamanı sahiplenmek gibi; yabancı bir yerde ise zaman kendini teslim etmeye zorluyor. İçimde bir sabırsızlık yok, sanki bir süreliğine sürenin içinde kaybolmayı kabul etmişim. Harriet Backer’in kadın figürü gibi, bekleyerek var olmanın içinde duruyorum. Ya da bir göçmen olarak beklemenin iktidarını derinlemesine hissediyorum.

Belki de beklemek, duraksamak değil, zamanla başka bir ilişki kurmayı öğrenmektir.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içerisinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Bülbül yok ve de gül yalan, ızdırap benim iptilam

Bir otel yangını, yalnızca alevlerin değil, rant uğruna göz ardı edilen sorumlulukların ve insan ruhundaki iyilik ile kötülük sınırlarının da kül olduğu bir sahnedir

David Lynch ve üzgün bej

Eko merkezli yaşam tarzlarının, minimalist estetiğin yükselişi, bize doğaya dönüşün bir parçası gibi sunulsa da bu akım, doğanın kendisinden ziyade onun pazarlanabilir, steril bir yansıması. Gerçek doğa, yemyeşil yaprakların yanındaki çürümüş kahverengiyi, parlak bir çiçeğin solgun gölgesini de barındırır. Doğayı bejin sınırlı tonlarına indirgemenin doğallıkla ne ilgisi var?

Başarıyı yeniden düşünmek

Kızıma anlatacaklarım var, ama sanırım önce kendi cevabımı bulmam gerekiyor

"
"