Umutsuzca umuda olan ihtiyacımız kendini bir kişide somutlaştırdı. Hayatımıza şimşek hızıyla giren Ekrem İmamoğlu bu akşam Binali Yıldırım’la karşı karşıya gelecek ve sadece bu tartışma ortamı bile umut vermeye yetiyor.
Bulutlu bir İstanbul sabahı internette dolaşırken eski tartışma programlarını seyretmeye koyuldum. Seyrettikçe o dönemde nelerin nasıl bu kadar “özgürce” ifade edilebilir olduğuna bakıp bakıp şaşırdım. Oysa o gün sorulsa asla aynı fikirde olmazdım. Aklıma Handmaid’s Tale’den bir cümle geldi. Seyrettiğim andan beri takıldığım şu cümleyi yine zihnim berraklaştırmıştı aniden.
"Nothing changes instantaneously: in a gradually heating bathtub you'd be boiled to death before you knew it." Yani: Hiçbir şey hemen değişmez, sürekli ısınan bir küvette bir bakmışsınız ki, ölümüne kaynamışsınız.
Yavaş yavaş başka bir düzene alıştık. İnsan her ne yaşasa onun içindeki düzene alışıyor, ne garip şey!..
İngiliz sembolist ressam George Fred, “Umut, Aşk, Hayat” konularında bir dizi alegorik resim yapmıştı. Ressam ve aynı zamanda heykeltıraş olan George Fred Watts, Viktorya döneminde yaşadı. “Sembolizm” ile ilişkilendirilen resimlerini anlatırken “ben fikirleri çiziyorum diyordu, nesneleri değil” derdi.
Tablolarını, hayatın, duyguların evrensel bir sembolik dille temsil edildiği “Hayat Evi” olarak adlandırılan epik, sembolik döngünün parçası olarak bütünlemeye çalıştı Watts, nam-ı değer İngiliz Michelangelo. Bu resmi “Umut” serisinin ikinci resmi. Resmi yorumlayanlar çoğunlukla resmin adının Umut değil Umutsuzluk olması gerektiğini söylemiş olsa da neden ressam umudu umutsuz çizmiş olabilir? Mesela aşk ne zaman ölür? Umudun kalmadığında mı? Ölüm niye acıtır? Umudun bittiği yerde durur. Resimdeki kadının sahip olduğu tek şey “lir”. Kıyafeti parçalanmış, gözleri bağlı, arka fon belli belirsiz. Watts’ın hep "şeyleri değil, fikirleri boyuyorum" deyişine uygun.
Ama sıkıca sarıldığı bir umudu da var ressamın... Kierkegaard umutla umutsuzluğun kişinin diyalektiği olduğunu söylüyor ve ekliyordu "umut biterse ölürüz". Watts, sembolizmi kullanarak umudu umutsuzlukla boyadı çünkü en çok umut yine en az umudun olması gereken yerde olmaya mecburdur.
Obama'nın en sevdiği resim olan bu resim başka kimin hapishanedeki duvarında yıllarca asılıydı biliyor musunuz? Nelson Mandela'nın...
Tartışabilmek neden önemli? Çoğunlukla tartışmıyor, ahkam kesiyoruz. Örneğin “Gençler, hemen dört elle sarılın hayata, isteyin, çalışın, olur” diyenlerimiz çok. Büyük cümlelerle yol gösterenlerimiz çok. Hatta bu “kişisel gelişim” cümleleriyle umut aşılamaya çalışanlarımız da çok.
Asıl bu cümleleri duyduğumda aklıma Nietzsche geliyor. “Aslında kötülüklerin en kötüsüdür umut çünkü insanın çektiği eziyeti uzatır.” Bu boş umut vaatlerinin hayal kırıklığı getireceğine inanıyorum çünkü yanlış bir hayatı doğru yaşamak için tek kişinin çalışması ve özverisi yetmiyor yazık ki. Uzundur kişisel gelişimin sadece kişisel olarak gelişmekle kazanılabileceğini yazıp söylüyorum. Okuyarak, izleyerek, dinleyerek, tartışarak... Her yol çakıllı, her yolun yokuşunu çıkmak için çalışmaya ve üretmeye ihtiyaç var, ama tüm koşulların sahibi gençlermiş gibi cümleler sarf etmek bu durumun fotoğrafını çekmeye yaklaşmıyor bile yazık ki.
Gelelim yine tartışamıyor oluşumuza.
5 yaşındaki kızıma ahlak dersi veren taksi şoförü, çocuğuma nasıl bakılacağını benden iyi bilen trendeki kadın, kayyum atanmasının önemine vurgu yapan metrobüsteki amca... Tartışmaya açık olsalar ve öyle olmasa dahi sadece karşındakinin fikrini değiştirmeye çalışmasalar ve kendi fikirlerinin de değişebileceğini kabul etseler fena olmaz mıydı?..
Herkes herkesin her şeyine karışıyor ve buna hak görüyor kendinde, herkes akıl veriyor, ahkam kesiyor. Oysa ihtiyacımız olan birbirimizi dinleyip anlamak ve zaman zaman da birbirimize rehberlik etmek olsa harika olurdu. Birbirimizi dinlemeye, sorunların kişiye özel olmadığını anlamaya, zaman zaman bu sorunları beraber çözebileceğimize inanmaya ihtiyacımız var.
Sürekli “self help” kitapları okuyarak, aşkla ilgili sorunların 10 maddede, mutluluğun 23 maddede, gülümsemeyi öğrenmenin 18 maddede çözülebileceğini düşünmek bu duruma ne kadar yol açtı acaba diye düşünmeden alamıyorum kendimi! Çünkü bu olmasa astroloji devreye giriyor ve merkür bir retro yapmış oluyor!..
Sorun yine bizden çıkıyor, ekonomik ve siyasi koşullardan çıkıyor ve zamanla değişeceğine inandığının dönemsel bir retro hareketi sorunu haline geliyor. Dizideki padişahımız olsa “'alâ, alâ” derdi. Her sorunun çözümü kolay ve basit aslında ve sanki sadece sorunu yaşayan çözümü göremiyor!..
Gündelik hayatın içinde ısınan bir kaptaki kurbağa gibi kaynadık galiba. Yaşadığımız çokça şeyi kanıksadık. Tepki vermeye yorulduk. Bir şeyleri değiştirebileceğimize olan inancımıcı kaybettik. "Fırça"nın bir milli mesele haline gelişindeki çaresizliğimizden sıkıldık. Ama bir şeyler o esnada değişmeye başlamıştı bile.
Belediye seçimleri biraz da bu sebeple ülkenin meselesi oldu. Bu akşam uzun zamandır olmadığı şekilde bir fikir tartışması dinleyebilecek olmamızın umudu içimizi sardıkça “her şey çok güzel olabilir belki de” demekten alamıyorum kendimi. Bu biraz sahile vuran deniz yıldızı hikayesi gibi. Sadece onun için bile olsa, bir şeyler değişmiş oluyor ya, bu bile insana umut veriyor.