08 Aralık 2024
Bir sene oldu, tam bir sene. Çabuk geçti diyoruz. Çabuk geçti diyorlar. O soğuk, katran rengi günü sanki dün gibi hatırlıyorum çünkü. Hem dün gibi hem bulanık. Ama aslında dün değildi, bir sene önceydi. 1 senedir olan biten hiçbir şeyi bilmiyorsun. 1 senedir hiç konuşmadık seninle. Bir senedir sen yoksun, hayatımda ilk defa. Sen, benim olmadığım günleri biliyordun, ben bilmiyorum. Yeni öğreniyorum. Ben konuştum ama seninle. Birkaç gece adını sayıklayarak uyandım. Kulağımda hep sözlerin döndü durdu. Elimi çarptığımda asansörün kapısına, sağlam dayak yedi, dedim kendime ve güldüm. Arkadaşım aradı beni, eşim başka, kızlarım başka yerde, dedi. Fındığın evi, dedim. Kendime bir tost istedim, büfenin birinde. Çok kötüydü, bir iki ısırık aldım ama tadı, tuzu felaketti. Yeme sakın, mideni bozarsın dedim kendime. Yine gülümsedim. Her gülümsediğimde biraz da ağladım. Çok okudum yas ile ilgili. Bu işin normalinin olmadığını bilecek kadar, başkalarına da anlatacak kadar okudum. Bu sene çok kitap okudum zaten. Yasın yakıcı gerçeği düzeni bozduğu zaman ve özne kendini yeniden kurmak, gerçek karşısında yeniden konumlanmak zorunda hissettiği zaman, yazmak, okumak, çizmek gibi sessiz ve kişiye ait eylemler yokluk yerine varlığın deneyimlenmesine olanak tanıyor mesela, bunu artık biliyorum. İlk zamanlar asla odaklanamıyordum ama sonra okumak iyi geldi. Hep gelir. Sana bir de ne diyeceğim, cenaze süresince karşılaştığımız her görevli çok kibardı, camide, mezarlıkta, her aşamada. Hoşuna giderdi görseydin, unutmayayım da söyleyeyim.
Ne yapmışım bir senede? Hatırlayabilmek için telefonumdaki fotoğraflara baktım. Aralık ayında çekmemişim hiç fotoğraf. Son fotoğrafım 5 Aralık sabahı bindiğim uçaktan. “Yakında görüşürüz” demişim size, uçak kalkarken fotoğraf göndermişim. 20 gün sonra Christmas tatili dolayısıyla gelecektim ya hani. 2 güne geri döneceğimi nereden bileyim? Ocak ayında bir müzeye gitmiş orada çekmişim birkaç fotoğraf. Sonra senin eve boşaltmaya Ayvalık’a geldiğimde. Sonra kısmen normale dönmüş fotoğraf galerim. Yeni normaline. Senin eski siyah beyaz fotoğraflarınla dolmuş galeri. Çünkü evdeki kutuları açıp açıp eski fotoğraflara bakıyorum. Başka işin yok mu, deme, çünkü üzülmek için yapmıyorum. Bilmediğim bir adama ait fotoğraflar onlar. 1961 yazıyor mesela arkasında, 1959 yazıyor, 1962 liman, 1963 Trabzon Lisesi yazıyor, 1962 lise arkadaşlarıyla Hamsiköy’e çıktık, 1963 hastane yazıyor, yatakta sen yatıyorsun, neden mesela, koşup anneme soruyorum. Biz tanışmadan çok önceki fotoğraflar bunlar. Bana yabancı geliyor, o fotoğraflardaki kimseyi tanımıyorum. Hikayelerini bir ara anlattıysan bile, hangisi kim, onu da kestiremiyorum.
Aynı yemekleri yiyip, aynı konuları konuştuğumuz günleri yeniden ve yeniden her anıyla hatırlamak için çok çaba sarfettim. Bütün detaylarıyla. Hatta belki daha önce yazmalıydım her şeyi, o zaman bu kadar unutmazdım. Çok önce. Birkaç kere başladım da. Yazmalı, yapmalı, düşünmeliydim. Ama yazmadım, yapmadım, düşünmedim işte. Linn Ullmann’ın Huzursuzlar kitabını okurken sen yaşıyordun mesela. Hatta o kavurucu Ağustos gününde üçümüz evin klimalı tek odasında oturmuşken, ben o kitabı okuyordum. Mevzusu ne, diye sormuştun. Sessizliği neşesizlik olarak bellediğinden devamlı konuşuyordun.
Sürükleyici herhalde?
Neden baba?
Kafanı kaldırmıyorsun ya.
İşte bu kitapta yazanı yapmalıydım. Çocukluğunda her yaz Baltık Denizi'ndeki Fårö adasında yönetmen ve film yapımcısı olan babasını ziyarete giden Norveçli bir kız, hikâyesini nasıl anlattıysa o kitapta, bende aynı şekilde anlatabilirim diye düşünmüştüm. Neden yapamadım? Yetişkinlikte anne ve yazar olan bu kadın, Linn Ulmann, seksenli yaşlarındaki babasıyla birlikte yaşlılık, dil, hafıza ve kayıp üzerine bir kitap yazmayı planlamış ancak babasının yaşlılığın etkisiyle bu projeyi tamamlayamamış. Kitapta geriye sadece anılar, imgeler ve sözcükler kalıyordu. Kitabı, üzerine hiçbir şey okumadan almış ve sayfalar ilerledikçe kadının Ingmar Bergman’ın kızı olduğundan şüphelenmeye başlamıştım. Catallus diye bir şair var baba. MÖ 84-54 yılları arasında yaşamış, Roma döneminin önemli şairlerinden biri bu. Latince lirik şiirin öncülerinden sayılıyor ve kişisel, duygusal ve tutkulu üslubuyla tanınıyor. Ben onun şiirlerini merkeze alan bir kitap okudum da oradan biliyorum. Onun bir şiirinde de var bu Ullmann’ın hayal kırıklığının benzeri, tamamlanamayan projesi, her kaybın yarım kalmışlığı üzerine hikayesi var. Carmina 101 şiirin adı. Şiirinde kaybettiği erkek kardeşine sesleniyor Catallus,
Ve boş yere sessiz küllerine seslenmek için,
Çünkü talih, seni benden aldı.
Boş yere sessiz küllerine seslenmek diyor ya şair, sesleniyorsun ve cevap gelmiyor çünkü. Yazamadığımız mektup kalmasa keşke, her şeyi söylemiş olsak. Ama gel gör ki, imkansızın şarkısı bu. Ben de biliyorum olacak iş değil. Ama zamanın akışında yazılmamış mektuplar, kaybolan veya kaydedilemeyen deneyimlerin simgesi olabilirdi. Son iki sene, keyfinin yerinde olduğu, beraber yediğimiz akşam yemekleri sonrası sana çocukluk, gençlik günlerini sordum ya hani. Hep bu yüzden. İlk defa o zaman bilmediğim birkaç anını öğrendim. Yoksa birbirimize anlattığımız anılar da hep aynıydı artık. Ayrıca bir teyzenin olduğunu, hatta annemle nişanınıza geldiğini öğrenince çok şaşırdım. Biliyorum, ben de ağaç kavuğundan çıkmadım diyeceksin. Ama inan bana baba, insan anne babasını sadece anne baba olarak tanıyabiliyor, ötesi için çok çaba sarfetmek ve biraz da yaşlanmak gerekli.
Geçenlerde Anne Carson’ın Nox diye bir kitabını okudum. Kardeşi Michael’ın ölümü üzerine yazıyor kitabı, sıradan bir yas anlatısından çok, yazılmamışların nasıl bir dil bulabileceğini inceleyen ve yasın ifade edilemeyenleri estetik bir temsile dönüştüren bir kitap. Carson yani kitabın yazarı da az evvel anlattığım Romalı şair Catullus’un ölen kardeşine seslendiği şiirini merkezine alıyor, Catallus’un küllerine sesleniyorum cümlesini ve kaybedilen kişinin veremeyeceği cevabı, çeviri metaforuyla ilişkilendiriyor. Bir metni başka bir dile çevirirken kaybettiğin anlamlar gibi, birini kaybettiğinde de ona tam anlamıyla ulaşmanın imkânsızlığıyla yüzleşiyorsun, diyor. Derrida’nın “iz” kavramını düşündüm bu noktada; bir şey artık var olmasa da bıraktığı izle hep hissediliyor. Seninle ilgili her şey de benim için böyle bir iz bırakıyor, buradasın, ama aynı zamanda yoksun. Birgül Oğuz Hah’ı okudum. Roland Barthes’in Yas Günlüğü’nü yeniden okudum. Çok ama çok etkilendim. Elizabeth Alexander’in The Light of the World kitabını ağlayarak okudum. Chimamanda Ngozi Addichie’in babasını kaybettiği zaman yazdığı kitabı, Joan Didion’un kocasını ve çocuğunu kaybettikten sonra yazdığı The Year of Magical Thinking’i, Max Porter’in Tüylü Bir Şeydir Şu Yas’ı hatırlıyorum ama şimdi dönüp bakınca birçok okuduğumu bu netlikte hatırlamıyorum. Okudum, izledim bir de insanların yası nasıl betimlediğini ve yasın temsilini anlayabilmek için resimlere baktım. Hepsinin ardından, bu süreçle ilgili bildiğim mitsel gerçeklerin yerini başka fikirler aldı. Yasın süresi, derinliği gibi konuların biricikliğini fark ettim. Hayata bağlanmak için kendi varlığımı umuda, iyiliğe vakfetmenin, benden daha büyük bir amaca hizmet etmenin anlamını üzerine düşündüm. Bu işte ne kadar yalnız olmadığımı da anladım. Meğer sende anne babanı kaybetmişsin. Ben bunu bilmiş ama hiç anlamamışım. Cenazede bana doğru yürüyen arkadaşlarımın hangilerinin bu acıyı çekmiş olduğunu gözlerinden anlamamak imkansızdı. İnsan başına gelince anlıyormuş. O kapıdan geçince kendinden önce geçenleri ancak görüyormuş.
Hayatın birçok yanı hep bildiğin gibi devam ediyordu ki, biz büyük bir kayıp daha yaşadık Ömerciğim. Onu sana anlatmaya hazır değilim. Bu bir sonraki mektubuma kalsın, inanmakta ve kabullenmekte hala güçlük çekiyorum çünkü. Henüz onu yazmaya başlayamadım, yazmak üzerine uzun düşünmeyi de gerektiriyor. Seni de kahreder bu. Bizi ediyor. Sen ki kardeşinin kaybını atlatamamıştın. Aylar geçtikçe azalmamış, büyümüştü kederin. Kayıplarımızı daha güçlü olduğum bir zamanda konuşalım istiyorum. Seni de yıkıp dökmek istemiyorum.
Trabzonspor’u anlatmaya geçeceğim. Pek bir varlık gösteremediklerinden konu çok hızlı kapanacak. İtiraf etmem gerekirse futboldan çok anladığını sanmıyorum. Senin sevdan takımaydı. Futboldan ben de anlamıyorum, sporun her türünü seviyor, her mücadeleyi izleyebiliyorum ama Trabzonspor’u ve futbolu bana miras bırakmış olmana da bozuluyorum. Beni biliyorsun, takım ortada kalmasın diye tutmaya başladım, ama yani. Bordo-mavi bilekliğimi sen öldükten sonra ördüm, onu da çıkarmadım. Bu bana yapılmazdı be baba. Haklısın büyük kazık, dediğini duyar gibiyim.
İnanmayacaksın, ben rejim yapıyorum. Seni gülümseyerek, ağlamadan anabildiğim nadir anlardan birinde bunu evde anlattım. Kahkahalarla güldük. Ben 15 yaşında mıyım, yan evlerin inşaatı bitmiyor, her yaz inşaat sesleri kafamızda. Sen bana sigara böreği uzatıyorsun, e baba rejimdeyim ya diyorum. Hayatımda bitmeyen iki şey var diyorsun, bir Erdal’ın inşaatları, bir Aslı’nın rejimleri.
Pamuk Ömerciğim. Kızımın deyişiyle 10. Ömer Paşa. Neden 10? Hiçbirimiz bilmiyoruz. Bize çok şey öğretmişsin sen. Neşenle hayatımızı renklendirmişsin. Hikayelerin o kadar eğlenceli ki, senin konuşulduğun her sofrada yüzlere gülümseme yayılıyor. Tepkilerin komik, söylediklerin komik. Daha bugün konuştuk bizimkilerle. Babam bana telefonunu uzattı, hepsini sil kızım rehberdekilerin dedi, dedim. Neden diye sormuştum sana. E hepsi öldü, demiştin. Baba bu böyle mi söylenir dedim. Nasıl söyleyeyim, bando mızıka mı çalayım? demiştin.
Hepimiz seni çok özlüyoruz. Her gün konuşuyoruz, şimdi böyle derdi, bunu severdi, olsaydı yapardı diye. Sana yapamadığım su böreğini, bugün yapmaya karar verdim. Aylarca elim malzemelere gitmedi, sevdiğin yemeklerle henüz yeni yeni barışıyorum, sanki bir hata işlemişler gibi uzak durmaya çalıştığım için hepsinden.
Hep aklıma gelen birkaç anı oluyor, bazısı rüyama da giriyor. Bir tane var mesela. Hani bundan belki 30 sene önce, Beşiktaş’ta Pazar sabahları gittiğimiz pidecide, dördümüz masada oturuyoruz. 3 küçük, 1 büyük peynirli söyleniyor. Çünkü annem de ancak çocuk porsiyonunu bitirebiliyor. Sen peynirlilerin üstüne yumurta istiyorsun. Ben istemem diyorum, abim de istemiyor yumurta. Sen bozuluyorsun, yumurtasız yenmez ki bu, nereden çıkardınız diyorsun. Ben şimdi seni anlıyorum babam. Bize kendi geldiğin kültürü, kendi hayatını anlatamamaktan zaman zaman korktuğunu, bunu asla dile getirmediğini, bize bir yaşam tarzını empoze etmemek için kendi içinde belki de bu hayal kırıklıklarını yaşamış olabileceğini ve peynirlinin yumurtalarının aslında bir sessiz serzeniş olduğunu ancak bugün anlıyorum. He şimdi sana, bunu şimdi anlıyorum desem, sen bana başka işin yok mu, yorma kafanı böyle şeylere dersin ya, onu da biliyorum.
Senden çok şey öğrenmişim. Kızıma şarkılar bestelemeyi mesela. (Hay yaşa, dediğini biliyorum şu anda.) Senin güftesi ve bestesi sana ait parçaların vardı ya. Canım, canım Aslı canım şarkını bütün aile biliyordur. Ben de kendi kızıma besteliyorum şimdi şarkıları. Dayanıklılığı öğrenmişim senden. İnceldiğim yerden kopmamayı. (Hoş inceldiğim de yok ya!) Esnekliği, hayatın bilinmezliğine karşı eğilip yeniden doğrulabilmeyi öğrenmişim. Çalışkanlığı, bedel ödetmeden ilişki kurabilmeyi, koşulsuz sevmeyi ve sevdiklerine güvenebilecekleri bir dünya sunabilmeyi. Çabuk ikna olmayı, fikirlerin değiştirilebileceğini, başkalarını sesli, sözlü takdir edebilmeyi. Çok şeyi.
Babam, seni özlemek hayatımın değişmez bir parçası artık. Ama anlıyorum ki özlem, aynı zamanda sevginin, bağlılığın ve öğrenmenin tezahürüymüş. Senden öğrendiklerimle hayatıma devam ediyorum; bazen gülerek, bazen ağlayarak ama hep seninle. Bana kattığın her şey için minnettarım. Seni, şarkılarını, hikayelerini ve o kendine has mizahını kalbimde taşımaya devam edeceğim.
Biliyor musun, insan sevdiğini anlatmaya kelimelerin yetmediğini zannediyor, ama galiba bu da bir yanılsama. Seni yazarken fark ettim ki, sevgi kendine hep bir yol buluyor, kelimelerle, şarkılarla, rüyalarla ya da bazen sadece sessizlikle. Ve işte, ne kadar eksik olursa olsun, bu mektup da seni ne kadar sevdiğimin bir ifadesi olarak kalsın istiyorum.
Pamuk Ömer’im, bir gün yeniden görüşmek üzere.
Seni hep sevgiyle anacağım.
Canın Kızın
Not: Yazılmamış mektuplar, söylenemeyen sözlerin ve yarım kalan duyguların sessiz yükü. Onları yazmak, kalpte biriken ağırlığı hafifletiyor, zamana direnişi arttırıyor ve duyguları görünür kılıyor. Eğer sizin de yazmadığınız mektuplar varsa, yazın, yollayın derim, kimseye yollayamazsanız bana yollayın. Belki bu mektuplar bir araya gelerek yalnızlığımıza ışık olur, geçmişe anlam, duygularımıza ses verir. Böylece hissettiklerimiz kâğıda dökülür, somutlaşır, saklanır.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor. Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı. Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur. Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. |
Kızıma anlatacaklarım var, ama sanırım önce kendi cevabımı bulmam gerekiyor
Yalnızlık, modern çağın sessiz salgını. Kalabalıklar içinde kaybolan bireyler, dijital dünyada sahte yakınlıklar, kolektif bağlarımızın unutulan gücü… Peki, bu paradokstan çıkış yolu nerede?
2025, hepimiz için yeni filizlerin, derinleşen köklerin ve içimize dolan ışığın yılı olsun
© Tüm hakları saklıdır.