15 Aralık 2024

Zamansız bir yankı: ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve edebiyatın gücü

Edebiyat bize, hikâyelerin ötesinde, çağlar boyunca yeniden anlamlandırılan ortak bir dil sunar

Bazı romanlar sadece hikâyeleriyle değil, zihinlerde bıraktıkları izlerle de kültürel belleğimizin bir parçası haline gelir. Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanı, bu türden bir eser. Şimdi bu kült roman, Netflix’te bir dizi olarak karşımızda. Peki, bu tür uyarlamalardan ne bekliyoruz? Aslında hiçbir şey. Uyarlamaların bir romanı “yansıtması” gerektiği fikri, belki de uyarlamaların doğasına haksızlık ediyor. Her eser, başka bir forma dönüştüğünde kendi bağlamını yaratır; bazen çoğalarak, bazen eksilerek.

Bir edebiyat eseri uyarlanınca elimizdeki artık yeni bir metindir. Bu yeni metin, romanın estetik ve anlatı değerlerinden farklı olarak, izleyiciye başka bir deneyim sunar. Öyleyse, uyarlamaların bir romanı “tam olarak” yansıtmasını beklemek yersizdir. Bunun yerine, uyarlamaları, ortaya çıkardıkları yeni hikâye anlatım biçimleriyle ve özgün anlatılar olarak değerlendirmek daha sağlıklıdır. Yüzyıllık Yalnızlık dizisini de bu doğrultuda izlenilmesini ve tartışılmasını mantıklı buluyorum.

Bir uyarlamanın kült bir romanı tekrar gündeme taşıması ya da tartışma yaratması değerli bir katkı sayılmaz mı? Hatta kitabın yeniden okunmasına vesile olursa, ne âlâ. Ama olmadıysa da sorun yok; edebiyat da bizim, dizi de. Kalbim büyüktür benim.  Şimdi ben, daha kavramsal bir tartışma açmak istiyorum.

Rizom, Türkçeye köksap olarak çevrilen ve botanikten alınan bir kavram. Bitkilerde, rizomlar, yatay kökler gibi düşünülebilir; doğrusal olmayan, dallanarak yayılan ve birbirine bağlı bir yapıya sahiptirler. Gilles Deleuze ve Félix Guattari, bu yapıyı, düşünce, bilgi ve toplumsal ilişkiler gibi alanları açıklamak için metaforik bir model olarak kullandı. Rizom, hiyerarşik olmayan, merkeziyetsiz ve her noktanın diğerine bağlanabildiği bir yapı. Bu felsefi bağlamda rizom, Yüzyıllık Yalnızlık gibi bir romanı anlamak için güçlü bir araç. Çünkü roman, doğrusal bir hikâye akışına değil, birbirine bağlanan, dallanıp budaklanan, neredeyse sonsuz bağlantılar ve tekrarlarla örülü bir yapıya sahip. Romanın her bir karakteri, her bir anlatı unsuru, rizomik yapının bir dalı gibi düşünülürse, bu dallar okuyucuyu bir yandan geçmişe, bir yandan geleceğe ve hatta farklı olasılıklara taşıyabilir, örneğin bana kalırsa büyülü gerçerçilik tümüyle rizomik bir yapıdır, ilk betimlediğinden başka referansları da içinde barındırır.

Rizomik bir yapıyla ele alınan bir metin, klasiklerin zamansızlığını ve büyülü gerçekçilik gibi tarzların farklı bağlamlara nasıl dokunduğunu anlamamıza olanak tanır. Böyle bir roman, doğrusal bir hikâye sunmaz; her okur metinle kendi bağını kurar. Bu durum, uyarlanan bir dizi ya da film için de geçerlidir. Örneğin, bir okuyucu kuşları özgürlüğün simgesi olarak yorumlarken, bir başkası için bu, insan doğasının döngüselliğini temsil edebilir. Klasikler işte bu yüzden zamana meydan okur; her okuma, onları yeniden yaratır.

Rizom, modern dünyada giderek merkezsizleşen toplumsal ve kültürel yapıları anlamak için ideal bir yöntemdir. Tek bir otoriteye veya “doğru” anlatıya bağlı kalmaksızın, birden fazla bakış açısını ve kesişen temaları anlamamıza olanak tanır. Geleneksel yaklaşımlar bir metnin “ana fikrini” bulmaya çalışırken, rizomik bir yaklaşım, metindeki çoklu anlam katmanlarını ve farklı temaların birbirine dokunan yönlerini keşfetmeye odaklanır. Özellikle dijital çağda, bilgiler, hikâyeler ve imgelerin bir ağ gibi yayıldığı düşünüldüğünde, rizomik düşünce, bu yapıları analiz etmek için benzersiz bir araç olur.

Uyarlamaların bir romanı “yansıtması” gerektiği fikri, genellikle eserlerin dönüşüm potansiyelini göz ardı eder. Oysa bir uyarlama, kaynak eserin birebir bir yansıması olmaktan ziyade, onunla yeni bir bağlamda diyalog kuran bağımsız bir yapı haline gelir. Orijinal eser, ağın bir düğüm noktasıdır, ancak her yeni form, yeni bağlar ve anlamlar yaratır. Uyarlamalar, kayıplarından çok, bu yaratılan bağlantılarla değerlendirilmeli; izleyiciyi farklı bir düzlemde aynı hikâyenin yeni yankılarıyla buluşturdukları için birer olanak olarak görülmelidir. Elbette dikkate değer olanları. Yüzyıllık Yalnızlık’ın Netflix uyarlaması da üçüncü bölümü izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki, keyifli bir uyarlamadır. Bu dizi metninden, hızlı tüketilebilecek bir popüler kültür metninden bekleneni fazlasıyla verir. Her metni kendi olanağı ile değerlendirmek en doğru yöntemdir.

Edebiyat, feminizm, post kolonyalizm ve queer teori gibi disiplinlerin birbirine dokunduğu bir noktada, rizomik bir analiz; metinleri ya da görsel eserleri sadece bir bütün olarak incelemez, büyükten küçüğe inmez, tersine mühendislik yapmaz ama parçalarının birbirine nasıl bağlandığını anlamamızı sağlar. Her biri kendi içinde doğru yöntemler olabilir ama rizom hepsini barındıracak kadar güçlü bir metafordur. Yüzyıllık Yalnızlık’ta zamanın döngüselliği, aile içindeki tematik tekrarlar (yalnızlık, kader, ensest) ve Macondo’nun tarihsel dönüşümü üzerinden bir rizomik ağ gibi şekillenir. Aureliano ve José Arcadio isimlerinin sürekli tekrar edilmesi, bireysel kaderlerden ziyade, toplumsal bir döngüyü ve tarihin kendisini nasıl ritmik bir şekilde yansıttığını gösterir.

Örneğin, Wong Kar Wai’nin  Aşk Zamanı filmi, bu tür bir analiz için mükemmel bir zemin sunabilir. Film, görünürde basit bir yasak aşk hikâyesi gibi ilerler, ancak karakterlerin hisleri, anıları ve birbirine geçiş yapan mekânlar aracılığıyla, izleyiciyi farklı zamanlar ve duygusal düzlemler arasında bir yolculuğa çıkarır. Wong Kar Wai’nin fragmanter anlatım yapısı, aynı hikâyenin farklı duygusal yansımalarını katman katman açığa çıkarır. Bu katmanlar, doğrusal bir hikâye yerine bir rizom gibi birbirine bağlıdır; bir sahnedeki melankoli, başka bir sahnedeki nostaljiyle birleşir ve izleyiciye aşkın ve yalnızlığın çoklu boyutlarını gösterir.

Andrei Tarkovsky’nin Stalker filmi, rizomik yapıyı anlamak için bir başka güçlü örnektir. Filmde, karakterler “Bölge” adı verilen mistik bir yere yolculuk yapar, ancak bu fiziksel bir yolculuktan çok, ruhsal ve felsefi bir keşif sürecine dönüşür. Bölge’nin yapısı da, rizomik bir şekilde örgütlenmiştir. Her köşe, her yol, farklı bir anlam ve olasılıkla doludur. İzleyici, karakterlerin fiziksel hareketlerinin ötesinde, onların zihinsel dönüşümlerini ve ruhsal sorgulamalarını takip eder. Film, hikâyeyi bir sonuca bağlamaz; bunun yerine, farklı katmanlarda açılan anlamlar bir rizom gibi sürekli genişler.

The Leftovers dizisi, rizomik yapının güçlü bir şekilde gözlemlenebileceği dizilerden biridir. Dizinin temelinde dünya nüfusunun %2’sinin ani ve açıklanamaz bir şekilde ortadan kaybolması yer alsa da, bu olay, hiçbir zaman lineer bir anlatı veya basit bir açıklama üzerinden ele alınmaz. Bunun yerine, hikâye, bireysel travmaların, toplumsal tepkilerin ve dini inançlardan psikolojik kırılmalara kadar geniş bir duygusal yelpazenin içine dağılır. Dizide her karakterin yaşadığı kayıp, bir başka karakterin hikâyesine bağlanarak dallanır. Ana karakter Kevin Garvey’in içsel çatışmaları, Nora Durst’un kayıpları anlamlandırma çabasıyla kesişir ve bu kesişim, yalnızca iki karakter arasındaki bir bağ değil, dizinin genel atmosferini oluşturan duygusal bir ağ haline gelir. Bu ağ, The Leftovers’ı sadece bir hikâye anlatımı değil, bir insanlık durumu incelemesi haline getirir. Rizomik bir analizle bakıldığında, dizinin her bölümü, büyük bir bütüne bağlı, ama aynı zamanda kendi içinde bağımsız bir mikro hikâye olarak görülebilir.

Italo Calvino’nun Görünmez Kentler kitabı ise, tam anlamıyla rizomik bir yapıdır. Marco Polo’nun hayali kentleri tarif ettiği anlatılar, tek bir merkeze bağlı olmadan, birbirine dokunan ancak bağımsız kalan hikâyeler sunar. Her şehir, bir öncekiyle tematik bir bağ taşısa da, kendi içinde farklı bir mikro kozmos yaratır. Örneğin, kentlerden biri hafızanın yüküyle boğuşurken, bir diğeri hafızanın silinip yeniden yazılabilirliğini temsil eder. Bu yapıda, okuyucuya kentler arasındaki bağlantıları keşfetmek için bir alan bırakılır. Rizomik bir okuma, bu kentlerin yalnızca mekânsal yapılar değil, aynı zamanda insan ruhunun farklı yönlerini simgeleyen metaforik yapılar olduğunu açığa çıkarır. Bu eserde her şehir, bir başka şehre açılan bir kapı gibidir; okuyucuya mekân ve zaman arasında bir yolculuk sunarken, aynı zamanda hayal gücünü devreye sokar.

Rizomik okuma, sadece metinlerin değil, hayatın kendisinin de çok merkezli bir yapı olduğunu hatırlatır. Her bir detayın başka bir hikâyeye bağlanabileceğini, her kesişim noktasının yeni bir anlam katmanı sunduğunu fark etmek, hem okuma deneyimini hem de düşünce dünyamızı dönüştürür. Bu yöntemle, metinleri “sökmek” ve “yeniden dikmek” yalnızca estetik bir egzersiz değil, aynı zamanda hayata dair daha derin bir diyalog kurmanın kapısını aralar.

Başta verdiğim kuşlar örneğine geri geleyim. Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında, yalnızca özgürlük ve yeniliğin simgesi olmakla kalmaz; aynı zamanda bir ritim, bir döngü, ve nihayetinde insan yaşamının doğa ile olan organik bağının metaforik yansıması olarak karşımıza çıkar. José Arcadio Buendía’nın kuşları Macondo’ya yerleştirmesiyle başlayan süreç, başlangıçta doğanın saflığını ve yaratıcı gücünü temsil ederken, zamanla yozlaşma, kayıp ve yalnızlığın habercisi haline gelir. Bu kuşlar, döngüsellik ve zaman kavramları etrafında örülmüş rizomik bir yapıyı simgeler; tıpkı bir ağacın kökleri gibi, görünüşte dağınık ama aslında sıkı bir düzen içinde, bireyden topluma, doğadan insana yayılan bir hikâyeyi taşıyan unsurlardır.

Edebiyat ve klasikler, yalnızca bir hikâye anlatmak ya da keyif almak için değil, bu döngülerin anlamını çözmek, insanlık deneyimini daha derinden kavramak için de okunabilir. Yüzyıllık Yalnızlık, bir ailenin tarihi gibi görünse de, insanlığın kolektif yalnızlığını, varoluşsal döngülerini ve doğa ile uyum içinde yaşayamadığı her durumda nasıl kaybolduğunu gösterir. Márquez, büyülü gerçekçilikle ördüğü bu dünyada, okuyucuya yalnızlık, özgürlük ve toplumsal yozlaşma gibi konuları kuşların hafif ama derin etkisiyle hatırlatır.

Bugün insanlar, hızla akan gündelik yaşamın yarattığı boşlukları doldurmak için felsefeden, seminerlerden, terapi oturumlarından medet umar halde. Edebiyat, bu arayışların temel taşı olabilir. Kitaplar, yalnızca yanıtlar değil, daha önemli olanı, doğru soruları da getirir önümüze. Klasikleri okumanın değeri de buradan gelir. İnsanlık tarihine bakar, unutulmuş ya da farkına varılmamış bir özlemi ya da sorunu yeniden keşfederiz. Yalnızlık, mutluluk, toplumsal bağlar ya da bireyin kaderi üzerine yazılmış bu tür romanlar, zamanın ötesine geçerek bugünle ve gelecekle konuşur.

Klasikleri okurken, bir metot önerisi de kaçınılmaz hale gelir. Kitapları bir “öğrenme aracı” olarak değil, bir “katılım alanı” olarak görmek önemlidir. Sorularla ilerlemek, detaylarda kaybolmaktan korkmamak ve her metnin sunduğu dünyayı kendi yaşam deneyimimize bağlamak bu metodun özüdür. Yüzyıllık Yalnızlık, her bir karakter, mekân ve sembol üzerinden yalnızca bir aile hikayesi değil, insanlığın büyük hikâyesini sunar. Bizim yapmamız gereken ise, bu hikâyelerin dallarını takip ederek, kendi yaşamlarımızdaki bağları keşfetmek ve onları anlamlı bir bütün haline getirmektir. Çünkü kitaplar, yaşamı anlamaya dair bitmek bilmeyen bir diyalog sunar ve bu diyalog, sadece bizi değil, bir toplumu dönüştürme potansiyeli taşır.

Yüzyıllık Yalnızlık, bir ailenin hikâyesinden çok daha fazlasını anlatır. Bize düşen, bu hikâyelerde kendimizi aramak ve bulduğumuz her parçayı yeniden yorumlamaktır. Çünkü kitaplar sadece geçmişi anlatmaz, bugünümüzü ve yarınımızı şekillendiren birer ayna olurlar. Bu yüzden onları okumak bir cevap arayışı değil, kendimizle kurduğumuz en derin diyaloglardan biridir.

Yüzyıllık Yalnızlık, her okuyucuda yeni bir yankı bulmaya devam eder. Netflix uyarlaması da bu yankıyı yeni bir bağlama taşıyarak izleyicilere farklı bir bakış sunar. Ama aslolan edebiyattır. Edebiyatın büyüsü, Homeros’tan Shakespeare’e, Cervantes’ten Dostoyevski’ye kadar uzanan zamansız eserlerde olduğu gibi, hikâyenin kendisinde olduğu kadar, onu okuyan, izleyen ve yeniden anlamlandıran zihindedir. Bu yüzden klasikler, her dönemde yeniden keşfedilir ve çağlar boyunca insanlığın ortak bir dili olarak varlığını sürdürür.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

"
"