01 Aralık 2024

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Bir odaya giriyorsunuz. Baygın bir kadın yatağında yatıyor. Yan koltukta her şeyi filme alan kocası var. Kadının kendinde olduğuna dair tek bir bilgi yok gözünüze çarpan. Yardım çağırmak ya da kadına yardım etmek elinizde. Ama kötülüğü seçiyorsunuz. O odada, kadın, kocası var, siz varsınız ve saf kötülük var. Çünkü kötülük her yerde. O kadına, komşunuza tecavüz ediyorsunuz. Bu defalarca tekrarlanıyor. Arka plan hep aynı ama tecavüzcü değişiyor. Kasabadaki başka başka adamlar oluyor odada. Adı değişiyor tecavüzcünün, mesleği, yaşı, ırkı, dili, dini değişiyor ama kötülüğü seçen aslında aynı adam. Tehdit yok, rıza var. Kötülüğün rızası. Dominique ve Gisele Pelicot davasında komşuların, tanıdıkların, hatta topluluğun önemli bir kısmının bu korkunç suça göz yumması, ahlaki bir çöküşün modern çağdaki yansıması. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, burada netleşiyor: Tehdit veya zorlama yok, sadece seçilmiş bir kötülük var. Peki, Arendt’ten sonra ilerleme neden olmadı? Modernizmin büyük ilerleme idealleri, insanın erdem arayışında neden sonuç vermedi?

Fransa’nın Avignon kentinde yaşanan olay, eril şiddetin en çarpıcı ve sistematik örneklerinden birini ortaya koyuyor. Dominique Pelicot, eşini uyuşturarak komşularını ve tanıdıklarını eşine tecavüz ettirdi ve bunu filme aldı.  Kadının bedeni, sıradan bireylerin kolektif suç ortaklığıyla bir güç ve iktidar aracı haline getirildi. Bu şiddet, yalnızca bireylerin eylemlerinden değil, sessizliğin şiddeti meşrulaştıran yüzünden kaynaklanıyor. Tehdit olmaksızın kötülüğün seçilmesi, eril tahakkümün nasıl normalleştiğine ve bireysel sorumluluğun nasıl yok edildiğine dair sarsıcı bir gerçek sunuyor.

Arendt, kötülüğün sistematik hale nasıl geldiğini açıklarken bireyin vicdanını kaybetme riskini vurguluyordu. Modernizm, ahlaki erdemin bireysel ya da kolektif çerçevede sağlanabileceği idealini taşısa da bu hayal, kırıklıkla sonuçlandı. İnsanın teknolojik ve bilimsel alanda kaydettiği ilerleme, aynı başarıyı ahlakta gösteremedi. Sanatta ve edebiyatta iyilik ve kötülüğün doğasına dair sürekli sorgulamalar yer aldı, ancak toplumların kolektif erdem arayışındaki çöküşü engelleyemedi.

Bu yaştaki bir farkındalıkla, erdemin izafi olduğunu yeni öğreniyorum. İyi ve kötü, insanlar ve bağlamlar arasında değişkenlik gösteriyor. Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde eserindeki derin gözlemleri gibi, her birey kendi ahlaki çerçevesini geçmiş deneyimlerine ve içinde bulunduğu bağlama göre şekillendiriyor. İyi ve kötü kavramları bir dogma değil; sürekli değişen, yeniden tanımlanan kavramlar. Öyle ki, bir bireyin kötülüğü, başka birinin erdemli eylemi olabilir.

Tehdit olmaksızın kötülüğün seçilmesi, insanın vicdanıyla toplumsal normlar arasındaki karmaşık çatışmayı gözler önüne seriyor. Bu durum, bireyin ahlaki seçimlerinin sosyal bağlamlar, güç ilişkileri ve otorite figürleri tarafından nasıl etkilenebileceğine dair önemli sorular doğuruyor. Psikolog Philip Zimbardo’nun 1971 tarihli Stanford Hapishane Deneyi, bu konuda çarpıcı bir perspektif sunar; sıradan bireyler, belirli sosyal rolleri üstlendiklerinde, baskıcı otoriteyi içselleştirerek ahlaki sınırlarını nasıl kaybederler? Deney, gücün ve sosyal rollerin bireyin davranışlarını radikal biçimde dönüştürebileceğini göstermişti. Deneyde, rastgele seçilen üniversite öğrencileri “gardiyan” ve “mahkum” rollerine atanmış ve kısa sürede gardiyanlar, mahkumlara fiziksel ve psikolojik şiddet uygulamaya başlamıştı. Bu, bireylerin otorite ve sosyal rollere uyum sağlamak için ahlaki sınırlarını ne kadar hızlı kaybedebileceğini göstermişti.

Dalga (The Wave, 2008) filmi bu temayı işliyordu. Bir öğretmenin sınıfta otoriteyi sorgulayan bir deney başlatması, öğrencilerin giderek otoriteye boyun eğip totaliter bir topluluğa dönüşmelerini anlatılıyordu. Ancak Dominique Pelicot olayında toplum baskısı yok; odada yalnız, kendi vicdanıyla baş başa kalan bireylerin kötülüğü seçmesi var. Bu, Zimbardo’nun deneyinden daha derin bir ahlaki sorgulamayı gerektirir: Toplumsal baskı olmaksızın, birey neden kötülüğü seçer? Bu sorunun yanıtı, bireysel vicdanın sessizliğe gömüldüğü, içselleştirilmiş ve kemikleşmiş bir eril şiddet anlayışında yatıyor. Bu anlayış, sadece bireyin seçimlerini değil, aynı zamanda toplumsal yapıların şiddeti normalleştiren katmanlarını da yansıtır. Kimi zaman siz bir tuğlayı çekseniz bile, patriyarkal sistem on kat daha yüksek bir duvar örer. Kötülük, bireysel eylemlerin ötesine geçerek, toplumsal düzeni yeniden inşa eden ve devam ettiren bir mekanizma haline gelir. Bu, sadece eylemsizlikle değil, inşa edilmiş sessizlikle büyür.

Goya’nın Los Caprichos serisi, toplumun sessizliği ve rızasıyla kötülüğün nasıl yayıldığını resmederken; Lars von Trier’in Dogville filmi, kötülüğün sistematikleşmesini gözler önüne serer. Bu eserler, modern insanın neden tehdit olmaksızın kötülüğü seçebileceğini anlamamıza yardımcı olabilir. Olmalı mı onu bilmiyorum.

Francisco Goya’nın Los Caprichos (1799) adlı gravür serisi, dönemin toplumsal, ahlaki ve politik yozlaşmasını eleştiren çarpıcı bir çalışma. 80 gravürden oluşan bu seri, toplumsal sessizliğin ve bireysel eylemsizliğin kötülüğe nasıl zemin hazırladığını resmeder. Goya, eleştirel bir dille toplumun aptallık, riyakarlık ve adaletsizliklerini ifşa eder. Özellikle Akıl Uykusu Canavarlar Doğurur adlı gravür, bireysel ve toplumsal olarak ahlakın nasıl askıya alındığını ve bu sessizliğin karanlık bir düzen yaratabileceğini etkileyici bir şekilde ortaya koyar. Kötülük, sadece bireylerin eylemleriyle değil, bu eylemleri görmezden gelenlerin rızasıyla büyür. Los Caprichos, ahlakın toplumsal rızayla nasıl aşındığını ve kötülüğün sıradanlaşmasını gözler önüne seren bir başyapıttır.

Lars von Trier’in Dogville (2003) filmi, bir kasabaya gelen yabancı bir kadın olan Grace’in kasaba halkı tarafından önce kabul edilip sonra sömürüldüğü ve işkence gördüğü sistematik bir şiddet öyküsünü anlatır. Filmin minimal set tasarımı, şiddetin mekândan çok, insanların davranışlarından doğduğunu vurgular. Grace, kasabanın ahlaki çöküşünün merkezindedir; tehdit olmaksızın kötülük seçen bu insanlar, kendilerini sürekli haklı göstererek şiddeti normalleştirirler. Von Trier, Dogville ile sistematikleşmiş kötülüğün bireysel ahlaktan nasıl uzaklaştığını ve toplumsal düzenin bu kötülüğe nasıl zemin hazırladığını çarpıcı bir şekilde ele alır. Film, bir toplumun şiddeti yalnızca eylemlerle değil, aynı zamanda sessiz rıza ve topluluk normlarıyla nasıl meşrulaştırdığını göstermesi bakımından Goya’nın Los Caprichos serisiyle güçlü bir paralellik taşır.

Bu durumu anlamak için birçok kuramsal perspektiften faydalanabiliriz. Hannah Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, bireyin tehdit olmadan kötülüğü seçmesini, vicdanın eylemsizlikle bastırılmasını açıklar. Zygmunt Bauman’ın Modernite ve Holokost çalışması, modern bürokrasinin bireysel ahlaki sorumluluğu dağıtarak kötülüğü nasıl sistematik hale getirdiğini gösterir. Philip Zimbardo’nun Lucifer Etkisi ise toplumsal bağlam ve otoritenin bireyleri kötü eylemlere sürüklemesini inceler. Michel Foucault’nun biyopolitika kavramı, bedenler üzerindeki görünmez iktidarın şiddeti nasıl normalize ettiğini vurgular. Judith Butler ve Emmanuel Levinas, etik ilişkiler ve ötekine karşı sorumluluk eksikliğinin kötülüğü mümkün kıldığını belirtir. Butler, modern toplumda başkalarının acısını görünmez kılan mesafeyi vurgularken, Levinas bireyin yüz yüze geldiği "öteki"yle etik bir bağ kurması gerektiğini savunur. Susan SontagBaşkasının Acısına Bakmak adlı eserinde, medyanın sürekli şiddet görüntüleri sunarak travmaları sıradanlaştırdığını ve bireylerin duyarsızlaşmasını teşvik ettiğini savunur. Jean Baudrillard ise Simülasyon ve Simülakrlar’da, şiddetin medya aracılığıyla hiper-gerçeklik haline getirildiğini, böylece şiddetin gerçek etkilerinden koparıldığını tartışır. George Gerbner’ın Kültivasyon Teorisi’nde, medyadaki şiddete aşırı maruz kalmanın bireylerde şiddeti norm olarak algılamaya neden olduğunu öne sürer. Judith Butler, medyanın bazı acıları temsil etmemesi ya da “görünmez” kılması nedeniyle şiddeti seçici bir şekilde normalleştirdiğine dikkat çeker. Durumu anlamak için kuramsal araçlar sunmak elbette aydınlatıcıdır; ancak kuram ve sanat insanın kötülüğe meylini anlamakta yetersiz kalabilir. İnsan, karmaşık ahlaki seçimlerinde, en derin teorilerin bile tanımlamakta zorlanacağı bir karanlık taşıyabilir. Örneğin, Goya’nın Los Caprichos serisi, şiddeti sessizlikle destekleyen toplumun portresini çizse de, bireyin kötülüğü neden seçtiğine dair nihai bir cevap sunmaz. DostoyevskiSuç ve Ceza'da Raskolnikov’a şöyle söyletir: “Ben Tanrı oldum sandım.” İnsan, tanrılaşma arzusu veya mutlak özgürlük yanılsamasıyla, kuramların dahi ötesine geçerek kötülüğe yönelir.

Bir zamanlar tanrılar ateşi sadece kendilerine saklardı, insanlar karanlıkta, korkunun ve çaresizliğin içinde yaşamaya mahkûmdu. Bir gün Prometheus, cezalandırılacağını bilmesine rağmen ateşi çalıp insanlara verdi. Bu cesaret, bireysel bir eylemin toplumsal karanlığı nasıl delip geçebileceğini gösterdi. Gisele Pelicot da adalet arayışında davayı halka açarak yalnızca kendi acısını değil, toplumun derin çürümüşlüğünü ifşa etti. İnsanların vicdanlarını susturup kötülüğü nasıl sıradanlaştırdığını göstermek için, sessizlikle örülmüş duvarlara çarpan bir cesaret sergiledi. Bu eylemsizlik, kötülüğün büyümesine neden olurken, Pelicot’un duruşu bireysel cesaretin dönüştürücü gücünü hatırlatıyor.

Günümüzde, gazetede “bebek” ve “çete” kelimelerinin yan yana geçtiğini görmek dehşet uyandırıyor. Değerlerin sadece parayla ölçüldüğü, insan hayatının maddeleştiği bir dünyada, insanların çıkarlar uğruna işlediği suçlara dehşetle tanık oluyoruz. Pelicot davasında maddi çıkarla açıklanamayan bir kötülüğün adı, sessizliğin kötülüğü. Baygın bir kadını görüp yardım etmek yerine kötülüğü seçen bireylerin tek gerekçesi, kötülüğü istemek olmalı, bile isteye. Simone Weil’in sözleri burada yankılanıyor: Kuvvet, insan ruhunu boyun eğdirmek için tek araç değildir; bazen sessizlik, hareketsizlik ve görmezden gelmek de aynı işlevi görür. İnsanlar, çoğu zaman çıkarları nedeniyle değil, eylemsizliklerinden dolayı kötülüğü seçerler.

Bu eylemsizlik, Prometheus’un ateşi çalarak gösterdiği cesaretle keskin bir zıtlık oluşturur. Prometheus, bir anlık aydınlanmanın karanlığa boyun eğmekten daha değerli olduğunu gösterdi. Pelicot gibi bireylerin cesareti, modern toplumun duyarsızlığında Prometheus’un ateşini taşıyan birer kıvılcım olabilir. Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

Hayatın katmanları: Kairos ve tül perdeler

Geçmişin izleri, tül perdenin ardında belirip kayboluyor. Kairos, zamanın her katmanda bıraktığı izleri açığa çıkarıyor

"
"