11 Ağustos 2019

"Tüm bunların sebebi sıkıntı beyler!"

Klozette servis edilen çikolata, kaburga etten çıkan tek taş yüzük. Acaba Dostoyevski "Yeraltından Notlar"ı yazarken doğrudan bize mi sesleniyordu? Tüm bunların sebebi sıkıntı beyler!..

Geçtiğimiz hafta klozet içinde servis edilen çikolatanın haberlerini okuduğumda en az kaburga etten çıkan tek taş yüzüğü gördüğüm an kadar dehşete kapıldım. İkisi hakkında da bir kelime daha okumak istemedim. İşin hangi kısmından daha şiddetli şekilde hoşlanmadığımı düşündüm durdum. İnsanların hayatı kendileri için her gün anlamlı kılmak istemelerini anlamsız bulan sadece ben değilim. Her günü daha anlamlı, daha özel, daha farklı bir deneyim haline dönüştürme çabası kuşkusuz insanların kendilerini fazlaca önemsemesinden kaynaklanıyor. Yaşamı ilginç kılabilmek için her gün farklı bir heyecan yaratmak kolay olmasa gerek. Zaman zaman bu heyecanlar bayağılıklardan da nasibini alıyor işte. Peki, çokça ilgilendiğim bir kavram olan "sıkıntı" bu yeni durumun neresinde diyerek az sonra bahsedeceğim can sıkıntısına bir giriş de yapmış olayım.

Can sıkıntısı tarihin her döneminde insanların hayatlarını etkiledi ancak birçok kuramcı sıkıntının bir yaşam pınarı olduğu konusunda hemfikirdi. Ancak asıl merak ettiğim şu; insanların denemek için sıraya girdiği "ilginç" deneyimleri can sıkıntısı olmasa hâlâ yapıyor olur muyduk? Hayatımızı yine ve yeniden ilginç hale getirmek, kendimizi bir Instagram karesine dönüştürerek mi imkanlı olabilir? Kendi kendimize kalamıyor oluşumuz sebebiyle mi kendimizi sürekli diğer insanların açık beğenilerine sunuyoruz? Ayrıca başka insanların bizim yaşadığımız yeni deneyimleri hiç öğrenemeyeceğini bilsek hâlâ onları yapıyor olur muyduk? Aklıma gelen soruların bazıları böyleydi. Bu satırları yazarken ise içeriden gelen sesleri duymamaya çalışıyordum: "Anneee, çok sıkıldım."

2 seneyi bulmuştur. Buz gibi bir Eskişehir akşamında yaptığım bir eğitimden çıkmış yürüyordum. İçeriden tatlı bir ışığın sızdığı bir restoran gördüm. Düşünmeden içeri girdim. Yemek yemeye başlamıştım ki çın çın bir ses duyuldu. Hemen önümdeki masamda oturan adam ayağa kalkmış ve restorana seslenir şekilde bardağına vurmuştu. Hepimiz adama baktık. "Hepinizden yardım istiyorum" diye söze başladı adam. Ben içimden "buyrun" demeye kalmadan sebebini açıkladı. "Yanımdaki dünyalar güzeli kadına evlenme teklif edeceğim". Garsona bir bakış attı, getirdiği fotoğrafçıya bir kaş göz yaptı. Müzik başladı, garson bey bir bıçak getirdi. Meğer masada o an yedikleri tatlının içindeymiş yüzük. Pastanın az daha kesilmesi ve yüzüğün bulunması için bıçağın önemi hayati olmuştu. Ben kendi kendime "acaba hangi noktada yardımım gerekiyor olabilir?" diye düşündüm. Evlenme teklif edecek olan adam bugün zihnimi okuyordu. "Sizlerden bugünümüze şahit olmanızı ve bizleri alkışlamanızı istiyoruz" dedi. Adamın davranışı çok tatlı gelmişti bana. O anı videoya çekerek tanıdığın tanımadığın insanlardan "beğen" almak yerine, yanında olan ve o an içinde duygularını paylaşabilecek insanlara tatlı bir ricada bulunmuştu. 

Peki etten çıkan yüzük, pastadan çıkmış olsa o davranışı da tatlı bulacak mıydım acaba?

Hazlar iz bırakmalı mı?

Elbette mesele benim konu hakkında ne düşündüğüm değil. Tüm evlenenler mesut olsun, insanları mutlu ediyorsa herkes farklı yöntemlerle evlensin. Ama burada bir değişim, bir kırılma noktası var sanki. Evlenme biçimlerinde sürekli bir yeniliğin peşinden koşuyorsak eğer burada Kierkegaard'ı hatırlıyorum.

Bir hazzın başka bir hazza el uzattığı neredeyse karşı konulmaz gücü, hazzın doğurabileceği sahte coşkunluk türünü anlatır Kierkegaard. Evlenme teklifinin türü değil, hatta evlenme teklifi de değil burada konu ettiğim. Konu insanın neden sürekli yeni bir deneyimin peşinden koştuğu ve bunun için zaman zaman tat vermeyen işlere bulaşıyor olması. Amaç, hayatın boş olan yanını kabullenmeyi hiç başaramayışımızı konu etmek. Kiekegaard bu anlamsızlığı hem hazların dipsiz denizlerinde hem bilginin derinliklerinde aradığını söylemişti. "Bir hazzın başka bir hazza el uzattığı sahte coşkunluğu" tattığını ama bu hızla gelen sevinçlerin yine hızla gittiğini ve ağzında hiçbir tat bırakmadan, iz bırakmadan kaybolduğunu söylüyordu. Kierkegaard'ı tanımayı zaten çok isterdim. Ama tanımış olsam şunu da sorardım: Hazlar iz bırakmalı mı? Sanırım hayır. Mutluluk ne kadar deneyimle ilişkiliyse, haz da bir o kadar "anla" ilişkili sanırım. Aklıma bu noktada bir de Yurttaş Kane filmindeki Charles Foster geliyor. Çünkü her şeye sahip olsan da bazen geçmişteki sen, senin en mutlu halin olabiliyor. Hayır, konuyu dağıtmayacağım.

Fernando Pessoa bu durumları anlatırken "Huzursuzluğun Kitabı"nda hiçbir şey yapmamanın tatlı sarhoşluğundan "dolce farniente" den bahsediyordu. Bu halin, bir sis gibi zihnimizi işgal ettiğini ve bizi adeta bir uykudaymış gibi, hatta uyku ile uyanıklık hali arasındaymış gibi bıraktığını söylüyordu.

"Bir Taşra Papazının Günlüğü" kitabı 1951 yılında Robert Bresson tarafından filme de çevrilmişti. Oradaki papazın söyledikleri bu konuda ilgi çekici olabilir. Papaz, günlüğüne dünyanın bir sıkıntı tarafından yutulduğunu yazmıştı. "Bir sis bulutunun içinde gelip gidiyoruz, onu soluyoruz, yiyoruz, içiyoruz. Oysa bu kül yağmurunun durabilmesi için üzerinizi silkelemeniz gerekir" diyerek anlattığı, bugün can sıkıntısı hallerinin karşısında duran eğlenceleri anlatmıyorsa neyi anlatıyor olabilir?

Sıkıntıdan dolayı yapmadığın ne var?

Peki adeta bir eylemsizlik harikası olan Thomas Mann'ın "Büyülü Dağ" romanı?.. Zamanın insanların hayatına nasıl yön verdiğine dair olduğu kadar, hayatın küçük şeylerle dopdolu olduğuna da harika bir örnek değil midir? Svendsen'in aktarımıyla, Johann Georg Hamann hayatın küçük anlarını kucaklayan, sürekli yenilik peşinde koşmaktan ziyade olduğu anı seven kişilere "uzun an aşığı" adını takar. Şairane, öyle değil mi? En az Yasujiro Ozu filmleri kadar şahane ve şairane.

Yine Svendsen, bir tiyatro oyununu hatırlatır. Leonce ve Lena'nın aşkını anlatan oyunda, bugünü anlatan harika bir tespitle karşılaşırız. "İnsanların sıkıntıdan dolayı yapmadıkları ne var? Sıkıntıdan eğitim görüyor, ibadet ediyorlar, sıkıntıdan birbirlerini sevip, evlenip çocuk yapıyorlar. Ve nihayet sıkıntıdan ölüyorlar." Bugün o ara boşluk hallerini de sıkıntıdan renkli ama kolay silinebilen kalemlerle yazıp çizerek doldurduğumuzu hatırlayalım.

Bir de Alberto Moravia'nın dilimize "Kıskançlık" başlığı ile çevrilen kitabından bir bölüm yazalım;

"Babamda sıkıntıdan mustarip olmuştu; ama ondaki bu dert, dünya yüzünde mutlu bir serseri gibi dolaşmasıyla çözüme kavuşmuştu; başka bir tabirle onun sıkıntısı, yeni ve nadir heyecanlar tarafından giderilmekten başka bir şey istemeyen, herkesin bildiği türden, sıradan bir sıkıntıydı." Babası bize pek bir benziyor değil mi?

Svendsen'le bitiriyorum: "Homeros zamanında insanlık kendisini gösterilerde Olimpos tanrılarına sunardı; bugün ise gösterilerde kendini sunuyor."

Ama biz onları seyrederken, can sıkıntısından patlarken, bakalım kimin sunuşu daha görkemli olacak?

Yazarın Diğer Yazıları

Zamansız bir yankı: ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve edebiyatın gücü

Edebiyat bize, hikâyelerin ötesinde, çağlar boyunca yeniden anlamlandırılan ortak bir dil sunar

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

"
"