Dondurma reklamlarının genel ahlaka aykırı bulunmasının ardından kendi kendime bir reklamı gördüğümde canım reklamı yapılan üründen ne kadar çekiyor acaba diye düşündüm. Bu düşünce dakikalar içinde beni istediğimiz şeyi neden isteriz sorusuna getirdi. Sahi neden? Neden arzularız ve arzularımız görsel kültürde kendine nasıl ifade bulur?
Neye ve neden arzu duyduğumuz üzerine sıklıkla kafa yorsam da, bunun sinemadaki, resimdeki karşılıklarının izini sürsem de aslında bu derya deniz alanda küçük bir nokta olarak kalıyorum. Ama noktalar güzeldir aslında. Bir çizgi yürüyüşe çıkmış bir noktadır dememiş miydi Paul Klee. Nokta bir yerden başlamaktır diyerek bugün dondurma reklamının beni bilinç akışı ile sürüklediği bambaşka bir konuda yazmak istedim. Arzularımız hakkında.
İs-ti-yo-rum. Çocuklardan sıklıkla duyuyorum. Parkta, sınıfa girerken, karşıdan karşıya geçerken. İstemekle, bir şeye arzu duymakla onun olabilmesi arasındaki kademeli sürecin nasıl gerçekleştiğini yeni yeni öğrenecekleri çağda bir de dönemin onlara verdiği yetkiye dayanarak sürekli istiyorlar. İstemekle sahip olmak maalesef bağlantılı olmuyor. Bu sebeple de bugün sahip oldukça daha fazlasını isteyenlere "doyumsuz" deyiveriyoruz.
Büyükler de istiyor. Sahip oldukça daha fazlasını, doydukça aç olmayı, aç kaldıkça doymayı istiyor. Kurallara uymak istemeyen hatta kuralları koymak isteyen insanlarla dolu çevremiz. Özgür kalmak ve aynı anda sevdiklerimizle çevrelenmek istiyoruz. Daha güzel ve daha mutlu yaşamlar istiyoruz. Bazen hem kış gelsin hem kiraz yiyelim istiyoruz. Bazen kariyerle ilgili, çoğu zaman parayla ilgili istiyoruz. İstedikçe ve sahip oldukça dahası sahip olmaya yaklaştıkça yenilerini istiyoruz. Oysa bir şeye arzu duymamıza sebep olan o şeyin kendisi değil ona doğru olan harekettir. Arzu, yakınlaştığı halde yakalanamayandır. İstemeye devam etmenin itkisidir istediğimiz.
Neden Türkan Şoray sinemamız için bu denli önemli? Çünkü o yakınlaştığınız halde uzak kaldığınız. Davetkar ama asla içeri girmenize izin vermeyecek olan. Arzu duyduğumuz, bir yandan da bize özel olan, kendimiz için istediğimiz ve bizi farklılaştıracak olan diye düşünürsek ise koca bir yanılgının içine düşüyoruz. Herkesin aynı şeyi, aynı şekilde istediği bir dönemde, hepimizin aynı şeyi arzulayarak onun bizi farklılaştıracağı yanılsamasındayız. Kendimizi ifşa etmeyi, apaçık dışa vurmayı, 7/24 izlenebilir olmayı, mahrem alanlarımızı açarak beğenilmeyi arzuluyoruz. Halbuki birinin sizin gönüllü olarak açtığınız bu alanı merak etmesi, onu görmek istemesi için onun kendisine sunulmuyor olması gerekmiyor muydu?
Konudan sapmamalıyım. Bildiğim ve anlatmayı sevdiğim alanların bizi yoldan çıkarmasına izin vermeden devam etmeliyim. Biz neden isteriz? Neden arzularız? Ve bu duyguyu resimle ya da sinemayla anlatmak istediğimizde bunu nasıl yaparız? diye sorduk. Arzuladığımızın çoğu zaman nesneden bağımsız arzuya doğru giden yol olduğunu söyledik. Bununla ilgili sinemadan örnek vermiş olmamın sebebi bu bilginin az sonra vereceğim örnekleri de tamamlıyor olması. Arzu biz peşinden koştukça bizden uzaklaşandır ve arzu sadece biz ve arzu ettiğimiz şeyle ilgili değildir. Ayrıca arzu etmek için birden fazla sayıda insana ihtiyaç vardır. Evet evet arzu bir üçgendir. Tabii Rene Girard'a ve onun fikirlerini benimseyenlere göre.
Arzular biraz açık bırakılan kapılar gibidir. Vesikalı Yarim'de Sabiha eve girerken henüz yeni tanıştığı Halil'e kapıyı aralık bırakır. Bu imkansız aşk ve arzunun filmidir. Yakalamak üzereyken elinden kaçan, peşinden koştukça senden uzaklaşan duygunun filmidir. Kapı biraz aralık kalmalı bize içeri sızacak kadar alan tanımalıdır ki biz istediğimizi istemeye devam edelim. O şey hem bizden kaçmalı hem de bir yandan hafif hafif bize yüzünü göstermelidir çünkü. Rilke ve Salome aşkının büyüsü gibi, Dante'nin Beatrice'e arzusu gibi.
Arzunun ekranda arzı endamı için ya da bir resmin konusu olması için arzu ve arzunan nesne ya da özneden fazlasına ihtiyacımız var demiştik. Daha önceki yazılarımda Rene Girard'dan bahsetmiştim. Beğen tuşunun büyükbabası Girard arzuladığımız şeyi arzulamamız için o şeyi arzulayan bizden başka biri daha olması gerektiğini söyler. Arzu mimetiktir yani arzu taklit etmektir. Arzulamamız için en az birinin daha aynı şeyi arzulaması gerekir. Woody Allen'ın Groucho Marx'tan alıntıladığını söylediği cümle bu tezi de onaylar niteliktedir. "Beni üyeliğe kabul etmek isteyen bir gruba ben niye üye olmak isteyeyim?". İnsanın bir yere ait olmak istemesi için içten içe o yere ait olmadığını hissetmesi mi gerekiyor yoksa? Demek ben hem herkes orada olmak istediği için bir yerde olmak istiyorum hem de bu arzumun devam etmesi için beni o yere hemen almıyor olmaları gerekiyor, him, bir kapı olmalı ama kapı hafif aralık kalmalı. Kapı her zaman kapı metaforu ile anlatılmaz elbet. Zenginlik ve yoksulluk gibi, sınıf çatışması gibi, evlilik gibi bazı örneklerin etrafında somutlaşır aralık kapılar.
Birkaç kaynaktan farklı okuduğum ressam Edvard Munch, Dagny Juel ve Stanisław Przybyszewski'nin aşk üçgeni aslında bildiğimiz aşk üçgenlerinden çok farklı değildi. Ne diyordu Girard, arzu için 3 kişi gerekir. Munch ve Przybyszewski, Juel'e karşı. Munch'ün birçok resmine modellik etmiş Norveçli yazar Juel Polonyalı romancı Przybyszewski ile evlenir. Ama ondan hoşlanan iki erkek varken birini seçer. Munch bunu resimlerinden defalarca çizer. Kıskançlık ve arzu teması altındaki resimlerinin birçoğunda model Dagny Juel'dir.
İtalyan yönetmen Luca Guadagnino "Arzu" üçlemesi olarak adlandırdığı 3 film çeker. "I am Love", "A Bigger Splash", "Call me by Your Name" filmleri bahsettiğimiz aralık kapılar, eldeyken kayanlar, peşinden koşabilecek kadar yakın ama koştukça uzaklaşanlar hakkındadır. Yönetmenin bu filmlerde arzudan bahsederken hem David Hockney'in resimlerine hem de kendinden önce çekilen filmlere ise nasıl referans verdiğini haftaya anlatalım. İlham almak ve esinlenmek fikrini, orijinalliği masaya yatıralım ve o zamana kadar gördüğümüz imgelerde arzunun izlerini hep bize göz kırpsa da aslında aska kendini bize teslim etmeyenlerde arayalım.