24 Kasım 2024

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

Az tanıdığım bir arkadaşım geçenlerde bana kendisine haksızlık yapılan bir durumu anlatıyordu. Eni konu da haklı açıkçası. Ona hakkaniyetli davranılmamış ve bu sebeple de mağduriyeti yadsınamayacak kadar büyük. Bu durumu paylaştığında çevresinden hep benzer tepkiler aldığını söyledi. Öyle tepkiler ki, hani seninki de bir şey mi, demeye getiriyor hepsi. “Mağduriyeti bile sahiplenmeme izin vermediler” dedi. Bu cümle, o an kulağıma hem çok trajik hem de bir o kadar gerçek geldi. Bir başkasına kendi derdini anlatırken, ondan gelecek bir empati ya da anlayış bekliyorsun. Ama bazen, tam tersine, kendi acın bile geçersiz kılınıyor. Daha kötüsünü yaşadığını düşünen birinin sesi seninkini bastırıyor, hatta bir tür yarıştırma başlayabiliyor. Bu hikâye kafamda dolanıp duruyordu sonra düşünceler düşünceleri kovaladı, şunu fark ettim: Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

Aklıma İlgi Manyağı filmi geldi, bu filmi izlediniz mi? Norveç yapımı bu film, modern çağın sosyal medya ve görünürlük arzusunu ele alırken, dikkat çekme ihtiyacının bireyler üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde anlatıyordu. Filmdeki ana karakter Signe, ilgi çekebilmenin yolunun mağduriyet olduğunu fark ediyor. Signe’in hikâyesi, mutsuzluk ve mağduriyetin bazen nasıl bir performansa dönüştüğünü ve başkalarının empatisini kazanmak adına hangi aşırı noktalara varılabileceğini kara mizahla anlatıyor. Ama bir dakika, İlgi Manyağı’na kadar gitmeye gerek yok. Bu hafta Kızılcık Şerbeti dizisinde kavga eden karı kocayı izliyoruz. Kocası boşanmak istiyor, ertesi sabah kadın “kötüyüm” diyor. “Hastaneye gitmeliyim, serum taktıracağım”. Ya bir diğer karakter, üç beş dakika geçmiyor, onun repliği geliyor: “Ben ölürsem çok üzülürsün.”

Sosyal medya platformları, bireyin mutluluğunu ve mutsuzluğunu bir performansa dönüştürerek pazarlanabilir bir hikâye haline getirir. Örneğin, bir kişi Instagram'da “mutlu” anlarını sergilerken, aynı zamanda derin mutsuzluğunu da paylaşabilir. Ancak bu paylaşım, salt bir duygusal dışavurum olmaktan çok, bir dikkat çekme stratejisi haline gelir. Mutsuzluk bile bir tür “sahte mutluluk” yaratmanın aracı olur. Bu durum, mutsuzluğu bir direnç biçiminden çıkarıp, post modern dünyanın rekabetçi mekanizmalarına hizmet eden bir öğe haline getirir. Gilles Lipovetsky'nin “hiper-modernite” kavramıyla açıkladığı gibi, birey, mutsuzluğunu dahi bir ürün gibi sunarak kendini görünür kılmaya çalışır.

Zygmunt Bauman’ın “akışkan modernlik” teorisine göre, bireyler bu çağda kimliklerini sabitleyemez, aksine sürekli yeniden tanımlama çabası içindedir. Bu durum, sosyal medyada bir tür performans sergilemeyi zorunlu kılar. Mutluluk göstermek, genellikle yapay veya kibirli algılanabilirken, mutsuzluk, daha otantik ve samimi bir izlenim yaratır. Birinin mutsuzluğunu paylaşması hem empati toplamayı hem de görünür olmayı kolaylaştırır. Ancak burada bir sorun ortaya çıkar. Mutsuzluk, dikkat çekmek için bir araç haline geldiğinde, gerçek duygusal bağlar kurmak yerine bir tür rekabet ortamına dönüşebilir. Bir zamanlar yalnızca içsel bir deneyim olan mutsuzluk, sosyal medya sayesinde dışsallaştırılır ve bir izleyici kitlesine hitap eden bir performansa evrilir. Bu da, kişisel deneyimleri derinleştirip anlamlandırmak yerine, yüzeyselleştirip sıradanlaştırabilir.

Filmi izledikten ve dizide duyduklarımdan sonra bu eleştirileri yapabiliyorum ama kafamda yeni sorular da şekilleniyor. Mutsuzluk hatta mağduriyet kavramlarının öne çıkarılması, mutlulukların gizlenirken mutsuzlukların çarşaf gibi ortaya yayılması, mağduriyetin bu kadar kolay paylaşılabilirken, mutluluğun neredeyse bir tabu gibi saklanması kültürel bir alışkanlık mı, yoksa bireysel bir tercih mi? Neden hastalıkla ilgi çekmek isteriz mesela? Bu iki durum birbirini tamamlıyor mu?

Türkiye’de mutluluğun bir tabu gibi gizlendiğini, mutsuzluğun ise neredeyse bir bağ kurma aracı olduğunu hep hissetmişimdir. Bu, sadece bireysel bir mesele değil, toplumsal bir kod gibi. Kültürel olarak, mutluluk göstermek ayıp ya da kibirli bir davranış gibi algılanabilirken, mutsuzluğu dile getirmek, hatta ona sahip çıkmak, bizi birbirimize daha yakın hissettirebiliyor. Ancak burada bir sorun var: Mutsuzluk paylaşımı her zaman empati doğurmuyor; bazen bu, bir tür üstünlük mücadelesine bile dönüşebiliyor.

Bir başka arkadaşım, sorunlarını hep benimle paylaşırdı. İlginçtir ki, benden de hep ona sorunlarımla gitmemi beklerdi. Sanırım aramızdaki ortak noktayı sadece dertlerimiz üzerinden yakalayabileceğimizi düşünüyordu. Benim çözülmesi gereken meselelerim yoksa, ilişki dengemiz bozulurmuş gibi hissederdi. Dönüp baktığımda, bu sadece bizim dostluğumuza özgü bir şey değil; mutsuzluk üzerinden kurulan bir bağ, çok daha geniş bir sosyal davranış biçimi.

Haydi bu noktaya biraz yakın gelebilecek bir örnek daha anlatayım. Alman bir arkadaşıma nasılsın diye sorduğumda hep, çok iyi olduğunu söylerdi. Çok kelimesinin üzerine basılır ve bu yapay çokluk zannımca aramızdaki buz dağına yeni bir katman eklerdi. Ancak Almanya’ya ve oranın alışkanlıklarına alıştıkça anlayacaktım bu durumu. Aslında arkadaşımın amacı, tam da benimle mesafesini tutabilmek, beni özeline almamak için soruyu cevaplamamaktı. Bu davranışı şu an çok iyi anlıyorum. Zira sokaktan geçen birine bir anda neden dert yanayım? Ama biz bunu, her zaman, her yerde hep yapmıyor muyuz? Zamanla ilişkimiz yakınlaştıkça ona neden bana nasıl olduğum sorulduğunda, eh, idare eder, fena değil gibi cevaplar verdiğimi ve aslında bunun ne kadar kültürel olduğunu anlattım, çok şaşırdı.

Peki, neden mutluluğumuzu paylaşmaktan bu kadar kaçınıyoruz? Bu sorunun cevabını ararken, mutluluk ve mutsuzluk algısının tarihsel ve kültürel boyutlarına bakmam gerektiğini fark ettim. Bu coğrafyada palazlanan “mahremiyet” anlayışımız, mutluluğu özel bir alan olarak saklamayı teşvik etmiş olabilir. Bu, çoğunlukla toplumsal statünün korunması ya da “mutluluğunu çok gösterirsen nazara gelir” gibi inanca dayalı düşüncelerle desteklenmiş olabilir. Ama mutsuzluk? O hep ortak bir alan. Çünkü mutsuzluk, empati bekler ve insanlar genelde dert ortaklığından kaçınmaz.

Freud’un bastırma teorisi, burada önemli bir bağlam sunabilir. Eğer bir bir kişi çocukluk yıllarında mutluluk ya da başarılarını ifade etme konusunda engellenmiş, sürekli olarak bu duygularını bastırmak zorunda kalmışsa, yetişkinlikte mutsuzluk üzerinden iletişim kurma eğilimi geliştirebilir. Bu durum, yalnızca bireysel değil, toplumsal normlarla da pekişir. “Ağlayacak bir şey yok,” “Bunun nesine üzüldün?” ya da “Yine mi mutsuzsun? Sendeki hayat bende olsa” gibi söylemler, duyguların ifade edilmesini küçümseyen ve onları geçersiz kılan bir kültürel yaklaşımı temsil eder. Böyle bir ortamda, kişi, hislerini açıkça dile getirmek yerine, ya bastırmayı sürdürür ya da mutsuzluğunu abartarak görünür kılmaya çalışır. Empati eksikliğiyle yoğrulmuş bu yaklaşım, bireylerin kendilerini duygusal olarak anlaşılamadıklarını hissetmesine ve mutsuzluklarını daha fazla dışsallaştırarak bir tür onay arayışına girmelerine neden olabilir.

Bu durumun toplumsal bağlamı ne ola ki diye soruyorsanız benim gibi, o zaman başka bir kitabı daha örnek veriyorum şimdi. Sara Ahmed, The Promise of Happiness kitabında, mutluluğun bir norm olarak nasıl toplumsal çerçevede yeniden şekillendiğini anlatır mesela. Ahmed’e göre, mutluluk, bireysel bir şey gibi görünse de aslında toplumsal bir beklentiyi temsil eder. Mutluluk, bir bireyin toplumda uyumlu olduğunu ve belirli normlara uygun hareket ettiğini ima eder. Ancak Ahmed, bu mutluluk beklentisinin bir tür disipline etme aracı olarak işlediğini savunur. Bu normlar, bireylerin mutluluk yoluyla uyum sağlamasını, dolayısıyla toplumsal düzenin korunmasını amaçlar.

Ahmed için mutsuzluk ise tam tersi bir işleve sahiptir. Mutsuzluk, toplumsal normlara meydan okumanın, bu beklentilerden özgürleşmenin bir aracı olabilir. Toplum, mutsuzluğu genelde bir “problem” olarak görür ve onu bastırmaya çalışır. Ancak mutsuzluğu dile getirmek, bireyin kendi duygularını ve eleştirilerini ifade etmesinin bir yoludur. Ahmed’in bu yaklaşımı, mutsuzluğun sahici bir direniş alanı yaratabileceğini öne sürer. Bu bağlamda mutsuzluk, bireyin otantik bir varoluş biçimini benimsemesi için bir fırsat olarak görülebilir. Modern psikoloji de mutsuzluğun bu odaklanma eğilimini, olumsuzluk eğilimi (negativity bias) ile açıklar. İnsan beyni, hayatta kalma içgüdüsü gereği olumsuz deneyimlere daha fazla odaklanır. Bu biyolojik eğilim, mutsuzluğu bireyler için daha doğal ve paylaşılabilir bir anlatı haline getirebilir.

Ancak benim eleştirim, mağduriyetin ve mutsuzluğun yarış haline geldiği veya bireysel empati yerine performatif bir araç olarak kullanıldığı üzerine. Keşke bu Ahmed’in vurguladığı direnç kavramıyla tam olarak örtüşseydi ve sorum cevaplansaydı. Ahmed’in mutsuzluğu eleştirel bir araç olarak görmesi, mutsuzluğu abartarak ya da diğerlerini bastırarak kullanmayı değil, toplumsal beklentilere meydan okuyarak gerçekleşiyor. Yani mutsuzluğu kişisel rekabet veya dikkat çekme aracı değil, normlara eleştirel bir yanıt olarak konumlandıran insanları anlatıyor.  

René Girard’ın mimetik arzu teorisi burada devreye girebilir. Girard’a göre insanlar, başkalarının arzularını taklit etme eğilimindedir; bu, insan doğasının temel bir parçasıdır. Girard’ın teorisinden yola çıkarsak, bir kişinin mağduriyetine tanık olduğumuzda, kendi mağduriyetimizin daha fazla ilgi çekmesini arzulayabiliriz. O zaman bu durum bir tür yarış haline gelir mi? Mağduriyetin büyüklüğünü artırma eğilimi, başkalarının empatisini ve dikkatini kazanma arzusunun bir yansıması olabilir. Bu yüzden, mutsuzluk anlatıları bir nevi “kimin acısı daha büyük” yarışına dönüşebilir.

Yeraltından Notlar'daki Yeraltı Adamı, hasta olma durumunu bir varoluşsal kriz olarak yaşar; bu kriz, onun ahlaki ve manevi bunalımını da içinde barındırır. Karaciğerinin hastalığından bahsetmesi, aslında modern toplumla olan derin yabancılaşmasını ve kendisiyle barışamama halini sembolize eder. Yeraltı Adamı, bu ruh halini acı verici bir dürüstlükle anlatır; ancak bu durumdan çıkmak için bir çaba göstermez, hatta bazen bu acıya tutunmayı seçer.

İnsan ne kadar çok kendi içine dönerse, o kadar yalnızlaşır ve mutsuzluğu da o kadar büyür. Belki de bu, mutsuzluklarımızı bir performans haline getirmenin nihai sonucudur: Daha fazla empati arayışı içinde daha da yalnızlaşmak. Bu döngüyü kırmak ise belki de en zor ama en anlamlı eylemdir.

Aslı Kotaman kimdir?
 

Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.

Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.

Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.

Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor. 

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Hayatın katmanları: Kairos ve tül perdeler

Geçmişin izleri, tül perdenin ardında belirip kayboluyor. Kairos, zamanın her katmanda bıraktığı izleri açığa çıkarıyor

"
"