Eğer insan yalnızca "sahip olduğu" şeylerden ibaretse, onları yitirdiğinde, kendini de yitirecek, kim olduğunu bilemeyecektir
Erich Fromm, sahip olduğu ve tükettiği şeyler dışında kimlik kazanamayan insanı 1976’da yazdı, tam da bu başlıkla. Bu hafta 2500 liraya satılan kitap, ulusal gündemi çokça meşgul ederken aklıma birden geliverdi işte. Eş zamanlı olarak, medya eleştirileri yayınlayan yabancı mecralarda ise sıklıkla düzenleme uzmanı olan Marie Kondo’nun kitabı ve realite-şovu arzı endam ediyordu. Evleri kendine özgü bir düzenleme metoduyla derleyip toplayan Marie Kondo, neden bu kadar ünlü oldu diye düşünmeden alamadım kendimi, öyle ya, annemi tanıyanınız var mı mesela?..
Bir iç bütünlüğüne ne zaman sahip oluyoruz? Mesela Marie Kondo, gelip evimi biraz toplasa fena olmaz ama o zaman zihnen tamamlanmış olur muyum? Ya da 2500 liralık Atatürk kitabını evine alan kişi ideolojik bir tamamlanma hisseder mi?
Uzun zamandır kimlik kazanmanın yolu sahiplenmekten geçiyor. Thornstein Veblen’in “Aylak Sınıfı Teorisi” isimli kitabında tüketimin gösteriş amacıyla yapıldığını söylemesinin üzerinden uzun yıllar geçtiğini biliyorum ama şu an, hayatı anlamlandırmak için sahip olmaktan başka elimizde ne var ona bir bakalım. Veblen’den yıllar sonra bu kez Guy Debord “hayatla malın iç içe geçişi” olarak tanımlıyordu kültürel tüketim gösterisini.
Hayat malla iç içe geçti. Sadece malla değil, imajla da. Kimlik kazanmak için metayı kullanmak yerini kimlik kazanmak için metaya ve hatta metanın imajına sahip olmaya bıraktı. Bazen ortada bir meta olmasına bile gerek kalmıyor. Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna kitabını şarkıcı Madonna için yazdığını sanan gündüz kuşağı program sunucu ve konuklarını hatırlayın! Programdakilerden kimse kitabı okumamıştı besbelli, bu sorun değil ama oradaki sorun, birinin okuduğunu söylemesiydi. Kitabı okumakla neden uğraşalım, kitabı okumuş olduğumuzu söylersek bu imajı tazelemeye yeter!..
Bugün yaptığımız tüketimle arzularımızı tatmin ediyor ve gösteriş yapıyoruz. Sürekli ve daha büyük artan bir iştahla sahip olmaya çalışıyoruz. Oysa sahip olmak, yitirmekle kol kola yürür. Dövüş Kulübü filminin sloganlaşmış cümlesini hatırlayalım “sahip oldukların sana sahip olur”. Tüketim alışkanlıkları ile belirlenen kimlikler, siz tükettiğiniz ölçüde sizin olmaya devam edecektir. Tüketemez hale geldiğiniz anda sahip olmak için uğruna yıllar verdiğiniz mallar, makamlar uçup gider.
Benzer bir örneğe “Amerikan Güzeli” filminde rastlarız. Filmde orta sınıf bir ailenin sahip oldukları tarafından esir alınmasının somutlaşmış hali Lester’dır. Lester, filmde ailenin babasıdır. İstemediği şeylere sahip olabilmek için gittiği bir işi vardır. Sahip olmak istemediklerini paylaşmak içinse karısı. Evinde ve iş yerinde nasıl kendi olamadığını nasıl başka birinin hayatının içine hapsolduğunu filmin her detayında görürüz ama birkaç sahnede kristalleşir bu fikir.
Seneca “kendin için kazan kendini” derdi. Fromm’un olmak derken kastettiği de biraz buydu belki. Yaşadığımız dönem dışına çıkmaya çalışsak bile içine itiyor bizi. Örneğin kendimiz olmak, hayatımızı sadeleştirmek, anların kıymetini daha iyi bilmek için neden Marie Kondo’nun yol göstericiliğine ihtiyacımız olsun diye düşünüyorum. Olamayınca Marie Kondo, bizi gelip oldursun istiyoruz!..
Uzun yıllar önce sanırım lisede, âşık olmuştum. Aşk acısıyla nasıl baş edeceğimi bilemediğimden hemen bir kitapçıya gittiğimi hatırlıyorum. Acaba benden öncekiler bu sorunu nasıl çözdüler diye düşünerek kitapları karıştırıyordum. Şimdi düşünüyorum, kitaplardan yardım istemem güzeldi ancak bambaşka bir bakış açısıyla kendi acıma katlanamıyor ve birkaç kitap ve öneri cümlesiyle bu acıya katlanmamaya sahip olacağımı sanıyordum.
Picasso’nun 3 Dansçı’sı
Çünkü olmak için sahip olmaktan başka çaremiz yok. Ancak sahip olunca da yitip gidiyor. Eğer olmadan sahip olduysanız, yitirmek çok zor geliyor ve yitirmenin, kaybın getirdiklerine nasıl katlanacağımızı bilmiyoruz, zira hayata zaten 1-0 yenik başlamışız. Sahip olmaya çalışırken hiç olamayanlar da var. Sahip olmamak adına kendi olmaktan tümüyle vazgeçenler. Diğer örnektekilere benzemiyor olsa da sahip olma arzusunun başka bir boyuttaki yıkıcılığını gözler önüne seren bir misal. Şöyle açmaya çalışalım:
Pablo Picasso’nun Three Dancers / Üç Dansçı resmini biliyor musunuz? Bu hikâyeyi bir süre önce bir postumda yazmıştım. O gün radyoda 70’lerden bir şarkı çalıyordu; kibar bir adam “al aşkını çal başına” derken epey hoşuma gitmişti. Çünkü bu kendin olmakla epey ilgiliydi bana kalırsa. “Bana zarar veriyorsun, bu zararı istemiyorum, seni hala seviyor olsam da üstesinden gelirim” demenin tatlı, melodik bir yoluydu şarkı bana kalırsa.
Keşke Picasso’nun en yakın arkadaşı Carlos Casagemas da böyle diyebilseydi diye düşündüm içimden. Neden mi? Bilmeyenler toplansın, yine anlatıyorum. Carlos bir kıza aşık, kız evli ama daha da önemlisi Carlos’ta hiç gönlü yok; adı Germaine, sadece flört ediyor Carlos’la. Germaine ve Carlos’un hayattan beklentileri hiç kesişmiyor. Carlos umutsuz aşkıyla kendini yiyor, bitiriyor. Germaine kendisinin olsun istiyor. Ona sahip olamadıkça çıldırıyor ve hatta ona sahip olan başkalarının olabileceği fikriyle mahvoluyor. Bir akşam, yedi arkadaşını bir akşam yemeğinde topluyor, L’Hippodrome restoran, Paris’te. Yemekler yenilirken, Carlos ayağa kalkıyor, Fransızca bir şeyler söylüyor ve silahını çekip Germaine’i vuruyor. Germaine masanın altına doğru kaçıyor, kurşun hafif sıyırıyor kızı. Ardından Carlos silahı kendine doğrultuyor ve ateşliyor. Yıl 1901, yer Paris. Orada ölüyor Carlos, arkadaşlarına dayanılması güç bir travma bırakarak.
Picasso olayı öğrenince uzun zaman kendine gelemiyor. Mavi Dönem resimlerinin sebebi Carlos. Yıllar içinde Germaine, Picasso’nun sevgilisi oluyor ve ardından yine Picasso’nun yakın arkadaşı Ramon Pichot ile evleniyor. (İnsan düşündükçe arkadaşlar siz Paris’te kaç kişiydiniz o zaman diye sorası geliyor ya neyse!) Carlos öldükten 25 yıl sonra Pichot öldüğü zaman Picasso 3 Dansçı resmini çiziyor. Resimdeki üç kişi; Pichot, Germaine ve çarmıha gerilmiş gibi duran Carlos. Resim, o dönem sürrealizmden etkilenen Picasso’nun Carlos ve Pichot’a ağıtı gibi. Çağlar öncesindeki ölüm dansı figürlerine gönderme yapan bir resmi gördüğümde keşke Carlos “al aşkını çal başına” diyebilseymiş diye içimden geçirdiğimi hatırlıyorum.
Sahip olmaya, sahip olarak kimliklenmeye, “al aşkını çal başına”, demenin vakti geldi geçiyor, hem de “şimdi al sonra öde” diyenlere inat. Kendimiz olmalı, kendimiz olduğumuz sürece kimse bunu bizden alamaz. O zaman kayıplar, acılar, mutluluklar kadar doğaldır, yıkıp geçemez bizleri. Maddi sahiplenmeler, fazla tüketim asla bizi ruhen tedavi etmez, arzu ettiğimiz nihai mutluluğa ulaştırmaz.
Çünkü bir şey diyeyim mi, nihai mutluluk yok. Hayatın kendisini, onun size verdiği küçük sürprizleri kucaklamak gerekli, Fromm’un olmakla anlattığı en basit haliyle buydu. Baudrillard da böylesi durumlara “bir hazzı atlama korkumuzla yatıp kalkıyoruz” diyordu. Yani Salda Gölü’nü görmeden ölebilme ihtimalimizin bize acı vermesi!..
Böyle olmamalı. Belki şöyle olabilir, sahip olduklarını küçültürsen, hayatını büyütüyorsun.