Okullar açılıyor. 1. sınıflar için açıldı bile. Öğrenciler öğrenmeye dair ilk adımlarını bahçedeki tören sırasındaki velilerinden öğrenebilirler. Az öne geçmek için gözünün önüne perde inen, bir fotoğraf çekebilmek için ortalığı duman eden velilerinden. Hayatının her anını rekabete adamış insanın tatili yok. Koşmak, daha fazlasını istemek, kimin ve neyin önüne geçtiği belli olmasa bile öne geçmek gerekli. Orta sınıf olmak ip cambazlığına benziyor. "Ya düşersem" korkusu insana neler yaptırmıyor ki?
Kızım bu sene 1. sınıfa başladı. Okula gittiğimde tanıdık yüzler gördüm. Ama onlar bana bakınca tanıdık bir yüz görmüyorlardı. Herkes diyordu ya işte, o meşhur "WhatsApp velileriyle" karşılaştım. Eller sıkılıyor, öpücükler havaya değiyor ama akıllarda tek bir soru: "Sizin öğretmen kim oldu?"
Kızımız, okulla beraber götürebileceği bir etkinlik yapsın istiyoruz. Baleye, dansa ilgisi var. Belediyenin sanat merkezine gittik. Önceden sorup öğrendik, yarın sabah 9'da gelin dediler. 9'a 10 kala içeri girdiğimizde veliler bir deklarasyon okuyordu. Meğer sabah 4'te sıraya girmeye başlamışlar. 9'daki randevuya 9'da gelince 246. sırayı anca aldık. Deklarasyon geç gelenlerle ilgili. "Biz 4'te gelenler bu bildiriye adımızı yazıp, imzamızı attık". Neden? Belli değil. Çünkü birilerinin sürekli birilerini geçmesi gerekli. Koş Ali koş, koş Elif koş.
Okula geri dönelim. 1. sınıfın kapısından girdik. Daha doğrusu girmeye çalışıyoruz çünkü sınıf kapısında kendi çocuğuna fotoğraf çekmeden bize asla izin vermeyecek olanlar var. Onların damarına basmaya gelmez. Öğrenciler sıraya giriyor, öğretmen onlarla tanışıyor tek tek. Balon veriyor, kalem veriyor, çikolata veriyor. Bazı veliler yine çok endişeli. "Ahmet Caaaan, sen çikolata alabildin mi? Ben senin için aldım bir tane". Server Demirtaş'ın "İtiş kakış" isimli kinetik heykelini gördünüz mü? Durum tam olarak o. Pelinsu'ya annesi bağırıyor, Ahmet Can'a babası. Bu rekabet ortamı içinde Mahmut Hoca'yı hatırlıyorum. "Okul her yerdi" diyordu. İşte biz her yerde bunu öğretiyoruz çocuklara. Sadece kendini düşün yavrum, hayatı bir metrobüsteymişçesine yaşa. İnsanların önüne atlarken asla göz teması kurma. Utanma duygumuzu köreltmeliyiz. Durduğumuz yeri zor bulduk. Bunu kaybetmeden daha fazlası için ne gerekirse onu yaparız, sen de yap. Bir fare gibi kuyruğunun sığdığı yerden geç, yık, ez, koş ve tüm gücünle bağır, "daha!" Zaten bu konunun fişlerini öğrenmeye az kaldı. Koş Ali koş, koş Elif koş.
Ünsal Hoca anlatıyordu: "Toplumun tüm üyelerine yetecek miktarda üretilemeyen maddi ve manevi değerlerin elde edilmesiyle kavuşulacak mutluluğa herkesin 'özgürce' erişmek için 'kışkırtıldığı' bir kültürel ortamda yaşıyoruz. Bu da mutluluğa kavuşmak için birbirini 'dirsekleyen' ve bunun sonucu olarak diğer insanlardan nefret eden ve diğer insanlarca nefret edilen, dolayısıyla birbirinden 'korkan' insanların oluşturduğu bir toplumsal hayatın oluşmasını; bu ise, 'efendi/köle ilişkisini temel almış toplumsal yapının yeniden üretilmesini kolaylaştırır.' Hepimize yetecek sandığımız şeylerin hepimize yetmeyeceğini anladığımızda isteklerimizi gözden geçirmek yerine daha hızlı koşmamız bundandır."
Çok şey söylenebilir. Çoğu söylendi. Ama ben bu durumu başka bir taraftan okumaya çalıştığımda bir dakika sonrasının esaretinde ömür tükettiğimizi düşünüyorum. Aynı kendi olmak istemeyip bir üst sınıfa zıplamak isteyen insanın durumundaki gibi. Az sonra paylaşacağımız fotoğrafı düşünerek bu anı kaybetmek gibi. Metrobüste yer bulmak için koşar adımlarla gerektiğinde çarpışmak gibi. Korkarım çocuklarımıza da öğrettiğimiz bu oluyor. Asla huzur bulmayan ruhlar hep bir an sonrasının kaygısıyla yaşıyor.
Montaigne "Denemeler"de "ben dans ettiğim zaman dans ediyorum, uyuduğum zaman uyuyorum" diyordu. Şimdi bu satırları çok daha iyi anlıyorum. Kızıma dans ettiği zaman sadece dans etmenin kendisinden keyif alması gerektiğini, o anın ve diğer anların asla bir başkasıyla yarışa girilmesi gereken anlar olmadığını göstermeliyim. Dans burada bir simge çünkü gündelik hayatın tüm pratiklerinde, kaba ve estetize edilmeyen tüm hayat biçimlerinde bu hayatta iyiyi ve doğruyu yapmaya karşı koca bir hınç yatıyor. Hayata karşı bilinçlenmemiş olmaktan kaynaklanan kör mutluluğa devam etmenin tek yolu dirsek atarak bir öne geçmek.
Bizi birey olmaktan alıkoyan onca şeyin karşısında çocuğumuzu öne çıkararak onunla kimliklenmeye çalışmak maalesef onun da kendisini benzer bir biçimde kimliklendirmesine neden olacak.
Kurt Vonnegut'un Kedi Beşiği kitabında, Dr. Hoenikker'in Nobel ödülü alırken yaptığı konuşmayı hatırlıyorum. Şöyle diyordu karakter: "Şu an karşınızda olmamın sebebi bir bahar sabahı okula giderken 8 yaşındaki bir çocukmuşçasına aylaklık etmem. Herhangi bir şey beni durdurabilir, bakmamı, merak etmemi ve bunun sonunda öğrenmemi sağlayabilir. Ben mutlu bir adamım."
Belki, çocukları biraz kendi haline bıraksak, onlar duracak, bakacak, merak edecek. Koşmayacak, dirsek atmayacak ve belki de metrobüslerle hiç tanışmayacak. Belki de hepimize yetecek kadar mutluluk ancak böyle mümkün, herkesin kendi mutluluk tarifini kendi keşfetmesiyle başlıyor süreç.
Tüm çocuklar için harika bir eğitim-öğretim yılı olsun.