10 Kasım 2019

Joker'de saat hep 11'i 11 geçiyor

Anlamları, kodları üzerinde dururuz göstergelerin. Ama bazen gözümüzün önünde duranı, odadaki fili, düz anlamı kaçırırız

Vay yahu! Sahi mi? Neden acaba? Bırakalım yönetmen 'ben özellikle yapmadım' desin ama biz tartışalım. Acaba kutsal kitaplara bir gönderme mi? Ya da her şey karakterimizin kafasında mı gerçekleşiyor? Neden bütün saatler 11'i 11 geçiyor. Düşünelim.

Ben de herkes gibi bu bilmeceleri severim. Bir görüntünün, bir metnin nasıl kurgulandığını bilince o görüntü ya da metinle ilgili bazen düşündüğünüz tek şey bu oluyor. Yan anlamlar. Roland Barthes düz ve yan anlamdan bahseder. Düz anlam, yan anlam ve mitsel anlamdan. Aslında göstergebilimle uğraşmış birçok kuramcı yapar bunu. Anlamları, kodları üzerinde dururuz göstergelerin. Ama bazen gözümüzün önünde duranı, odadaki fili, düz anlamı kaçırırız. Neden Mimar Sinan'da modellik yapan biriydi intihar eden diyerek anlamı kaydırırız. Aslında bu cümlenin sonunda özellikle birinci çoğul özellikle kullanılmamalı. Neden intihar eden modellik yapan biriydi diyerek anlamı düz anlamdan yan anlama kaydırırlar. Çünkü yan anlam bir bulmacadır, çözmemiz için bizi bekler ve kimi zaman o anlama ulaşmak için sadece o tarafı göstermek, işaret etmek yetecektir. Yan anlam bazı zamanlarda öznel olabilir. Dolayısıyla bir metni ya da görseli müphem bir alana çekmenin de yöntemidir bu.

Amerikan Güzeli filminde Lester'ın kovulacağı sahne üst açıyla çekilirken, patronuna şantaj yapacağı sahne alt açıyla çekilir. Çekim açıları da anlamı etkiler. "Nereden baktığına göre değişir anlam" der bize film. Bir durumun hangi tarafında olduğun onu nasıl açıkladığının da göstergesidir.

Bir "still life" natürmort tabloda çilek ve kiraz çizildiğini görürüz. Ama onlar ressama göre bir kişinin ruhunu temsil edebilir.  Çok taze ama hemen çürüyebilir. Bizim bazı şeyleri nasıl anlamlandırdığımızı, bazen isimlendirdiğimizi Foucault'dan Eco'ya, Barthes'tan Saussure'e kadar o kadar çok kuramcı, felsefeci, düşünür çalıştı ki. Biz de iz süreriz. Anlamın nasıl yaratıldığını bildiğimizden düz anlamı hemen çözüp yan anlamı anlamaya bulmaya çalışırız. Bu yan anlam bu dönemde düz anlamın önüne geçer. Aslolanı anlamadan hemen işin oyuncaklı kısmına geçiş yapmak isteyen, emek harcamadan hemencecik kavramaya çalışan insana çok hitap eder.

Züğürt Ağa filminde bir sahne vardır. Züğürt Ağa çalışmayı hele hele pazarcılığı hiç bilmez. Domates satmaya çıkar. "Domates" diye alt perdeden bağırır ama kimseye kendini duyuramaz. Ayıp olur der, bağırmayayım der. Öyle kimseye ulaşamaz. Oysa bir süre sonra dikkat çektiğini anladığında havaya girer. Koşar ama bu sefer de domatesleri arkada bırakır. Domates kamyonunu çekici gelip çekiverir. İletişimde temel bir kuraldır bu. Mesajı karşınızdakine sözlü sözsüz iletmenin türlü yolu vardır. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru kelimelerle, doğru kişiye söylemelisinizdir. Ancak tüm bunları yaparken mesajın kendisini kaçıramazsınız. Domatesleri kaybederseniz, harika bir satma beceriniz olsa da satacak şeyiniz olmaz. Mesaj kaybolursa iletişimin bir anlamı olmaz.

Yan anlam ya da mesajı söyleme biçimi bizim neyin ne olduğunu görmemize engel olmamalıdır. Çilek ve kiraz insan ruhunun metaforu olarak çizilmiş olabilir ama bu çizilen çilekle kirazı değiştirmez. Düz anlamı asla ortadan kaldırmaz. Bazen ters köşe yapar sanat. Çünkü sanat hayattan güzeldir. Hayatın kendisinde düz anlamlardan kaçmaksa kimi zamankolaycılık ama bazen de kötülüktür.

Hayatın her anında ezilen, kendini özel hissetmek şöyle dursun, her gününü elindekini kaybetme korkusuyla yaşayan, gücü yettiğinde karşısındakinin üzerine çıkan insanların olduğu bu dünyada iyilik, empati artık sadece bir arka sokaklar bölüm başlığı olarak kalır. Ama kötülük başrole çıkar. İntihar eden kardeşleri o noktaya getiren, onların hepimizin suratına neredeyse bir yumruk atarcasına acıtıcı hikayesini okuduğumuzda aslında ne olduğunu bilir ama yan anlamın peşinde koşarlar.

"Bu nasıl hınç, bu nasıl öfke be kardeşim?" diye düşünmeden edemez insan. Başkasına kus kus bitmez. 'Çoğu insan kötüdür' diyordu ya Marcus Aurelius, kötülük kol gezer, dalga dalga yayılır. Sonra 4 kardeşin intiharını marjinalleştirmeye çalışan gazetecinin beyanı ile otizmli çocukları yuhalayanların fotoğrafı akışta arka arkaya düşer. Bakakalırız. Bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılar bir adım daha atmıştır. Sen gel de bana dokun, seni evire çevire döverim derler.

Kendi başına gelmedikçe konuşmak kolaydır. Kendi başına gelmedikçe hiçbir kötülüğe bu kötü diyememeyi, o kocaman görünen fili yok saymayı nasıl başarır insan?

Bu haberleri okuduğum gün benzer bir durumu yaşıyordum. Sınıfta "kalk çocuğumun yerinden" diyordu bir kadın. Bir veli. 6 yaşında bir çocuğa "kalk, kalk, kalk" diyor, itekliyor. Kendisine öylece bakan küçücük çocuğun eline defterini, kitabını, kalem kutusunu tutuşturuyor, itiyor çocuğu, 'sen arkaya' diyor, 'burası benim oğlumun yeri'. Dünyayı kendi olduğu yerden ibaret sayan, kendini dünyanın merkezine koyan bu insanları yatıştırmanın bir yolu yok. Ona dönüp "ne yapıyorsun?" diyorsunuz. "Kimse oğlumun yerine oturamaz" diyor. "Oturursan karşısında beni bulur, tartışma bitti." Yok tartışamadık zaten hanımefendi. Sizlerle tartışamayacağımızı biliyoruz. Sizi sakinliğe, sükunete davet ettiğimizde siz sadece bizim zayıf olan olduğumuzu düşünüyorsunuz. Çünkü biz koca bir Recep İvedik filminin içindeyiz.

"Çocuk yuhalamak da nedir?" diye düşünüyoruz, soruyoruz, kınıyoruz ya, el üstünde tutmamız gerekenleri al aşağı ediyoruz ve şaşırıp kalıyoruz ya, neden?

Kızım 1. sınıfa gidiyor. Okula başlayalı daha 2 ay oldu olmadı. Ben insanları biraz daha tanıdım bu 2 ayda. Yaşadığımız küçük ve büyük birçok sorunda ortaya atılarak dilekçe, imza toplayarak sürekli çocukların sınıftan atılmasını isteyenler de üzülüyor bu habere inanın. Kendisi her gün sınıftan çocuk atmak isteyenler başkası için "vah vah" da "oh, oh" da kolay der. Çünkü herkes her nasılsa her yaptığında kendini haklı görür. Hep biz haklıyızdır. Hep biz doğrusunu biliriz. Bizimki farklı diyorlardır içlerinden, evet biz de çocukların sınıftan atılmasını istedik ama bizimki farklı. Peki ama biz o zaman kime ve neye inanacağız? Bu insanlar her yerde. Yan komşun, mahalle manavı, ünlü gazeteci, eve gelen tesisatçı, işlemlerini yaptığın bankadaki memur. Hannah Arendt "Kötülüğün Sıradanlığı"nda bunu anlatmıyor muydu? Kitaplarda ve filmlerde kötüleri ayırmak kolay. Gerçek hayatta bunu nasıl yapacağız?

Daha kötü ve çirkin olana büyük bir sevgi var, belki de bu bir diğerini anlamadan ezmek için en kolay yöntem. Bugün izlenen dizilere, filmlere bakınca insanın en çok aynadaki aksini izlediğine bir kez daha ikna oluyorum. İnsanlar kendi gibileri izliyor. En küçücük bir olayda kaba kuvvete başvuran, bağırarak sehpaları, masaları tekmeleyen karakterleri haklı görmeye çok alıştık. Ya da kötülüğün bireysel olduğuna ve onun toplumsal kötülükten farklı olarak aslında sadece o kişiye özgü bir hastalık olduğuna inanmaya çalışıyoruz ya. Hayır değil.

Her şeyi bir kenara bırakıp neden ve nasıl iletişim kurmalıyız sorusuna geri mi dönmeli? Birbirimizi anlamak için daha ne söylemeli, ne yazmalıyız? Gözümüzün önündeki düz anlamları okumak için ne yapmalıyız? Kendini başka birinin yerine koyarak empati kurmanın önemini anlatmak için daha ne yapmalıyızBazen yorgun ve çaresiz hissediyoruz değil mi? Ama enseyi karartmayacaktık hani. Dünyayı geldiğimiz yerden daha güzel bir yer olarak bırakma isteği olan insanlar için bir deyiş var bence: "Hacca giden topal karınca misali varamasak da yolda ölürüz."

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

"
"