Tül perde odanın içine doğru uçuşuyor, rüzgâr deli gibi esiyor; hava çok sıcak. Rüzgâr olmasa durulmaz zaten. Bu bir Ayvalık akşamı, hem rüzgârlı hem sıcak. O kadar ki, az sonra korniş ve perde kopacak, bahçeye savrulacak ve biz annemle aşağıya, bahçeye koşup perdenin peşine düşeceğiz. O zaman babam da odada. Hasta artık; bunu şimdi biliyorum ama o anda değil. Nasıl fark etmedim, nasıl anlayamadım bu kadar hasta olduğunu, şimdi düşününce aklım almıyor. İnsanın yaşadığı anla, o anıya geri döndüğü an ne kadar farklı, değil mi? O anda yalnızca rüzgârla savrulan perdenin peşindeyim. Perde uçuşuyor, biz gülüyoruz. Babam espri yapıyor, hep aynı espriyi. Zaten de zayıfçacık. “Tutunmasam uçacağım.”
Bugün, başka bir şehirde, o evden binlerce kilometre uzaktayken, o akşam gördüğüm ama o anda anlamadığım şeyleri anlıyorum. Rüzgârın savurduğu o tül perde sadece bir kumaş değilmiş; o akşam esen rüzgâr, aslında kendime bile itiraf edemediklerimi, kabullenemediklerimi de savuruyormuş. Perdenin ardında, kaçırdığım bir gerçeğin izleri varmış.
Perdelerin sanat ve edebiyatta bir metafor olarak kullanılmasını seviyorum. Özellikle tül perdeleri, çünkü onlar bir şeyi gösterirken aynı zamanda saklıyor. Tül perde, arkasında duran şeyi tam olarak ortaya koymuyor, izleyiciye ya da okuyucuya bir ipucu veriyor ama onu bütünüyle açığa çıkarmıyor. Tül perdeler, gerçekliğin yarı saydam katmanlarını simgeliyor. Hafızanın, mahremiyetin, içsel dünyanın ve belki de saklı kalan duyguların dokusunu oluşturuyor. Bizle dünya arasına bir sınır çizip aynı zamanda bu sınırın ardındakileri izleyiciye fısıldayan bir motif haline geliyorlar, bunu seviyorum işte.
Gus Van Sant'ın Sapık filminde tül perde, karakterin arkasında yarı saydam bir katman olarak belirir. İzleyici, karakterin içsel dünyasına tamamen erişemese de, perdenin ardındaki belirsizlik onun yalnızlığını ve savunmasızlığını gözler önüne serer.
Sicario filminde, karakterlerin dünyayla olan bağlantılarının kesintili ve bulanık olduğu, bazen kendilerini bir sınırda, görünmez ama güçlü bir bariyerin arkasında buldukları bir durumu yansıtan tül perde sahnesi vardır. Tül perde, burada gerçekliği hem gösterip hem saklayan bir araç olarak, karakterlerin içsel çatışmalarını, belirsiz bakış açılarını ve tehlikelerle çevrili dünyalarını simgeler. Sicario’daki tül perde, hikâyenin yarattığı atmosferle çok uyumlu bir metafor oluşturur, hem fiziksel hem de psikolojik engellerle dolu, karanlık bir dünyada izole kalmışlık hissi. Perdenin arkasındaki silüetler, izleyiciyi gerilimi hissetmeye zorlayan, her an açığa çıkacak ama asla tam olarak netleşmeyecek bir gerçeklik olarak belirir.
Bu sahne, Taika Waititi’nin Jojo Rabbit filminden bir kare. Burada, eski bir arabanın pencereden hafifçe bulanık bir perde veya camın ardından göründüğünü görüyoruz. Bu çerçeveleme tekniği, izleyiciye doğrudan bir görüş sunmuyor; sanki bir şeylerin ardında kalmış, perde arkasından izleniyormuş hissini veriyor. Bu bulanık ve filtrelenmiş bakış açısı, karakterlerin yaşadığı dönemin belirsizliği ve Jojo’nun dünyayı çocuk gözüyle, eksik veya bulanık algılayışını yansıtıyor.
Bu da Jojo Rabbit’in genel tonuna uygun bir estetik sunuyor. Nazi Almanya’sının karanlık, ağır atmosferi Jojo’nun gözünden anlatılırken, bu bulanık bakış açısı aynı zamanda olayların ve gerçeklerin çocuk gözüyle tam olarak anlaşılmadığını vurguluyor. Film boyunca sıkça kullanılan bu tür çerçeveleme teknikleri, Jojo’nun masum ama sınırlı algısını güçlendiriyor, hem dış dünyadan korunmuş hem de onun içinde sıkışmış bir bakış sunuyor bize. Burada arabanın siyah rengi ve eski model yapısı, dönemin kasvetini, karanlığını ve geçmişle bağlantısını temsil ederken, aradaki perde veya cam engeli, o dünyanın erişilemez veya tam olarak anlaşılamaz olduğu hissini pekiştiriyor.
Ari Aster'ın Midsommar filminde perde, karakterlerin ve izleyicinin gerçeklik algısının sınırlarını zorlamak için kullanılır. Manzarayı kısmen gizleyen bir tül perde, dünyaya bir filtre ekler; bu, karakterlerin ve izleyicinin olayları net bir şekilde görmesini engeller, sanki her şey biraz bulanık ve gizemli kalır. Film boyunca karakterler, hem kendi içsel çatışmalarını hem de çevrelerindeki dünyayı tam anlamıyla algılayamaz. Her şey görünürde açık ve parlak olsa da, tül perdenin ardında kalan bu manzara, yaşananların ardındaki derin ve karanlık anlamı saklar. Tül, burada bilinç ile bilinçaltı, görünenle gizli kalan arasındaki ince sınırı temsil eder; bu, izleyiciyi rahatsız eden ama aynı zamanda merak uyandıran bir estetik sunar.
Paul Thomas Anderson'ın The Master filminde, bu sahne, tül perdenin arkasından karakterlere baktığımız bir anı gösterir. Tül perde, izleyiciyi karakterlerden hafifçe ayırarak, arada bir mesafe yaratır. Bu mesafe, sahnedeki karakterlerin iç dünyalarına dair bir gizemi yansıtırken aynı zamanda onların yalnızlığını, mahremiyetini ve duygusal olarak ulaşılmazlıklarını simgeler.
Perde, karakterlerin arasındaki görünmez bağları, belki de söylenmeyenleri, saklananları çağrıştırır. Baş karakter Lancaster Dodd (Philip Seymour Hoffman), diğer karakterlerle beraber masada olmasına rağmen, izleyici perdenin arkasından bakarken, aralarındaki ilişkide gizemli ve çözülmemiş bir gerilim olduğunu hisseder, perde o histir. Bu tür bir çerçeveleme, izleyiciyi hikâyeye hem davet eder hem de onu hafifçe dışarıda tutar; karakterlerin dünyasına tamamen giremeyiz, onları ancak bir gözlemci olarak uzaktan izleyebiliriz. Perde burada içsel çatışmaların, bastırılmış duyguların ve yüzeyin altında saklanan derin sorunların sembolü olarak güçlü bir işlev görür. Bu tür örnekleri sinema ve edebiyatta sonsuzca bulabiliriz. Haydi bir tane daha, Bergman’ın 1982 yapımı Fanny and Alexander filminde perde, özellikle aile içindeki gizliliği ve dışarıdan görülemeyen derin duyguları simgeler. Odaların girişlerinde asılı olan kalın perdeler, hem dış dünyadan gizlenen sırları hem de çocukların hayal gücünün özgürlüğünü vurgular.
Proust’un Kayıp Zamanın İzinde'sinde anıların üzerini örten perde, Woolf’un Kendine Ait Bir Oda'sında kadının içsel özgürlüğüne uzanan kumaşlar, Daphne du Maurier’in Rebecca'sında Manderley’in odalarını saran sır dolu drapeler, sanatta ve edebiyatta perdeler ve kumaşlar yalnızca dekoratif unsurlar olarak var olmaz; renkleri, dokuları ve biçimleriyle sanatçıya ifade imkânı tanır, eserlerde derin anlamlar taşırlar. Çoğu zaman onlara gereken ilgiyi göstermesek de, perdeler ve kumaşlar sanatın gizli tarihinin önemli parçalarıdır. Vermeer’in Mektup Okuyan Kadın tablosundaki perdeyle mahremiyetin derinliği, Bernini’nin Azize Teresa'nın Vecdi heykelinde kumaşların ruhaniyetle birleşmesi, Artemisia Gentileschi’nin Judith ve Holofernes eserindeki örtülerin dramatik etkisi, Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nde figürlere hareket katan drapajları, örnekler o kadar çok ki! Sanatta bu örtüler ve kumaşların katmanlarını keşfetmek, onlara zaten orada olmalıymışlar gibi bakmadan, neden orada olduklarını anlamaya çalışmak bazen çok keyifli bir keşif olabilir.
Şimdi yine bir tül perdeye bakıyorum; dışarısı bir görünüyor, bir kayboluyor. Kairos kitabını yeni bitirmişim. Masada bir uçu açık kalem, bir yapışkanı gitmiş bant parçası ve bir bardak var. Bir de bardağın masada bıraktığı iz. Kitabı okurken hissettiğim bu bulanık ifadeyi nasıl anlatırım diye düşünüyordum. Sis, buzlu cam, duman? Aslında burada hissettiğim bulanıklık, biraz kitabın içeriğiyle örtüşüyor; hafızanın bugünde katman katman birikmesi, bugünü bulanıklaştırıyor sanki. Erpenbeck'in hikayesi de tam bu fikri destekliyor: geçmişin izleri, yaşanan her şeyin katmanlanarak bugüne sızması, zamanla her şeyi biraz daha belirsiz hale getiriyor. Geçmiş, yalnızca bir geçmiş değil artık; bugünle iç içe geçip bugünü silik, ancak derin bir dokuyla sarıyor. Kairos, geçmişin bugüne bıraktığı bu bulanıklığı hafifçe aralıyor, ancak tüm anıların üzerimizde bıraktığı ağırlığı da unutmuyor. Ama yıllarca izlediğim Yeşilçam filmlerinin etkisi olacak ya, kader ağlarını örecek ya, bir tül perdeye bakarken buluyorum kendimi. Yoksa bu sandalyeden kalkınca, Kairos hakkında yazmak için yeniden oturacaktım ona. Romanı övmek, belki birkaç okuma önerisi vermekti amacım. Hayat palimpsest bir anlatıdır diyecektim. Geçmişin izleri asla silinmez, her yeni yaşantıyla birlikte katmanlanır ve yaşamın çok katmanlı yapısını oluşturur yazacaktım.
Andreas Huyssen'in Present Pasts: Urban Palimpsests and the Politics of Memory adlı kitabını örnek verecektim. Huyssen’in, şehirlerde geçmişin, bugünün ve gelecek beklentilerinin nasıl birikerek bir palimpsest oluşturduğunu anlattığını, bu yaklaşımın bireysel hafıza için de güçlü bir model sunduğunu yazacaktım. Ama işte tül perdelerle başladım.
Bu tül perdeyle, bugünde geçmişin kat kat birikmesini, yaşanmışlıkların ağırlığını, seçimlerin izlerini, geride kalanları ve bu ana taşınan anıları daha iyi anlıyorum. Hayat ilerledikçe, her yanım anılarla doluyor, her adımda bu anılara yeni katmanlar ekleniyor. Anılar, zamanla silikleşip başka bir şeyin ardında kaybolsa da aslında hep oradalar, yaşamın dokusuna işlenmiş halde duruyorlar.
Şimdi, 45 yaşımda, önümde bir bu kadar daha yaşamayacağımı bilmenin artık hüzünlü olmadığı bir noktadayım; geçmişin izleriyle yüzleşmenin ve onları kabullenmenin farkındalığı var içimde. Tül perde gibi, yaşamın izleri de bazen belirgin, bazen belirsiz, bazen esip gelen bir rüzgâr gibi hayatımda dolaşıyor.
Kairos’u okurken anladım ki yaş almak, aslında anılarla, seçimlerle, vazgeçişlerle, biriktirdiklerimizle dolu bir sürece dönüşüyor. Anılar artık yalnızca geçmişte kalmıyor; yaşamın özüne kazınmış, zamana direnen sessiz birer memento haline geliyor. Tül perdenin ardında, tüm o geçmiş katmanlarıyla geleceğe bakmak, işte, yaş almak tam da buymuş.
Erpenbeck’in romanı gerçekten nefis. Kairos, yalnızca bir aşk hikayesi değil; aynı zamanda geçmişin yükünü, seçimlerin izlerini ve yaşamda yakalanan ya da kaçırılan o nadir anların nasıl biriktiğini güçlü bir dille anlatıyor. Jenny Erpenbeck, romanında genç bir kadın olan Katharina ile ondan 34 yaş büyük, evli bir adam olan Hans’ın ilişkisini, Doğu Almanya’nın çöküş yıllarıyla paralel işliyor. Hikâye, bir dönemin, bir rejimin ve ideallerin yavaşça çözülüşünü de gözler önüne seriyor. Aşk ve tarih, kitapta iç içe geçiyor; bireysel hayatlarımızın tarihten, ideallerimizin ve korkularımızın yaşadığımız toplumdan bağımsız olamayacağını fısıldıyor.
Yazar, yaşamın içimizde katman katman birikmiş izlerini, sanki buğulu bir camı elinle siler gibi ovalıyor. Bu anlatım, geçmişin bugüne nasıl nüfuz ettiğini, zamanın geride bıraktığımız anlarla nasıl iç içe geçtiğini hatırlatıyor.
“Kairos” kelimesi, eski Yunanca’da “doğru an” ya da “en uygun zaman” anlamına gelir; beklenmedik, geçici ve kaçırılması kolay fırsatları anlatır. Romanda bu terim, yalnızca anı yakalamanın değil, o ânın kaçırılmasının da ağırlığını taşıyor. Erpenbeck, Kairos ile zamanı yalnızca kronolojik bir akış olarak değil, anıların üst üste bindiği, geçmişin bugüne sızdığı, iz bırakan bir yapı olarak sunuyor. Her bir kairos anı, hayatın akışı içinde saklı bir dönemeç ya da kaderin keskin bir kıvrımı gibi; hayat tam o anlarda anlam kazanıyor ya da kayboluyor.
Şimdi bir tül perdenin ardından dışarıya bakarken, geçmişin üzerime çekilmiş bir örtü gibi hafifçe dalgalandığını hissediyorum. Tül perde, anılarımın bir kısmını saklayıp bir kısmını gösteren, yaşamın yarı saydam bir dokusu gibi. O perdenin ardında, her kairos anının izini taşıyan katmanları fark ediyorum. Geçmişin ve bugünün bu hafif bulanıklık içinde bir araya geldiği bu örtü, yaş aldıkça baktığımız penceredeki manzarayı da sürekli değiştiriyor. Tıpkı o tül perdenin ardında olduğu gibi, hayat da bize hem geçmişin ağırlığını hem de bugünün kırılganlığını fısıldıyor.
Aslı Kotaman kimdir?
Aslı Kotaman Universitaat Ruhr, CAIS entitüsüne bağlı olarak diziler, filmler, medya dolayımıyla hayatımıza giren tüm içerikler üzerine çalışıyor.
Kotaman, lisans ve yüksek lisansını gazetecilik, doktorasını ve doçentliğini sinema alanında tamamladı.
Sanatın Erkeksiz Tarihi, Zihin Koleksiyoncusu ve Açıkçası Canım Umurumda Değil deneme kitaplarının yazarı Kotaman'ın akademik olarak yayımladığı Türkçe ve İngilizce makale ve kitapları mevcuttur.
Gazete yazılarına ve sosyal medya üzerinden yaptığı yayınlara devam eden Kotaman'ın çalışma alanları içersinde diziler, film eleştirileri, feminist yazın, temsil, bakış alanları bulunuyor.
|