“Aslanlar kendi tarihlerini yazmadıkça avcılar hep kahraman kalacak.” Bir arkadaşımın Kopenhag Ulusal Müzesi’nde görerek fotoğrafını çektiği ve sosyal medyada paylaştığı bu Ghana duvar graffitisine uzun uzun baktım. Aklımdan neler geçmedi ki! Zihnim sanki bir story board gibi arka arkaya imgeleri dizdi. Saniyeler içinde insanlığın kısa filmini yazıp yönettim. Bir gece önce izlediğim Queer Eye reality’sinin bölümleri, kendini sevme düsturu, Erich Fromm, kişisel gelişimin pompaladığı kocaman “ben”ler, kendini baştan yaratan insan, sesini duyuramayan insan, Oğuz Ardaların, Rabia Nazların aileleri, ulus devlet ve içeridekini tektipleştirirken dışarıda kalanı ötekileştiren, Gabriel Garcia Marquez ve Yüzyıllık Yalnızlık romanı, üzerine tahdit koyulan pasaportlar, ne içeride olabildiğin ne dışına çıkabildiğin bu düzen…
Yüzyıllık Yalnızlık’ın deli kişisi Jose Arcadio Segundo tanık olduğu katliamın ardından öldüğü sanılarak bir tren vagonuna, diğer cansız bedenlerin yanına atılır. Trenden atlamayı başarıp katliamın gerçekleştiği şehre döndüğünde olanlardan hiçbir iz kalmamıştır. Olay hafızalardan silinmiş, yağan yağmura eşlik eden temizlik işçileri kendi pür pak yapmıştır. İnsanlar Jose Arcadi’nin delirdiğini düşünürler. "Burada dediklerinin hiçbiri yaşanmadı Jose Arcadio!". Roma filminin suyla yıkanan avlusu gibi tüm kir ve pas bir daha geri dönmemek üzere hafızalardan silinmiştir. Jose Arcadio gördüklerini hatırladığı için delirmiştir. Aynı Özdemir Asaf’ın şiirindeki gibi. Az unutup çok hatırladığı için deliren Arcadio, çok unutup az hatırlasaydı sevilebilirdi.
Gündem ağır. Sürekli okumak, izlemek ve bu döngünün içinde kalmak az yük değil. Geçen akşam başımın ağrısını arttırmayacak bir program arayışında Queer Eye’a denk geldim. Daha önce benzer isim ve içerikle 2003-2007 yılları arasında yayınlanmış ve LGBTİ’nin Amerika’da kabul görmesine büyük katkı sağlamış, izlememiştim. Neden katkı sağladığı çok açık, yok çünkü birbirimizden farkımız. Sadece karşılaşmalara ve birbirimizin hikayelerini daha çok duymaya ihtiyacımız var. Farkımız olmadığını görebilmek için uzaktan empati kurmaya çalışmak yetmez, gözün göze değmesi gerekir. Aklıma Bird Cage filmi geldi seyrederken, çok severim. Arthur Rimbaud “ben bir başkasıdır” derdi. Dostoyevski ise dünyaya mutsuzluğun başkalarını anlamamaktan dolayı geldiğini. Bir başkasının senin kadar hakkı ama senden farklı fikri, davranışı, zevki olduğunu kabul etmek, oysa ne kadar kolay görünüyor. Queer Eye’da her bölüm, birbirine yardım eden, birbirini olduğu gibi severek ilişki kuran insanları gördükçe bir kez daha buna ne kadar ihtiyacımız olduğunu hatırladım. Seyredin sizde, çünkü bir noktadan sonra tüm iyi niyetli fikirlerim yerini onlarca soru işaretine terk etti.
Şovda her bölümde bir değişim hikayesi var. Kendileriyle ilgilenmeyen, kendilerini sevmeyen, hayat gailesinden kendisi için, evi için keyifli şeyler yapmaya bir türlü vakit bulamayan insanları 7 günde 5 farklı konuda “dönüştürülüyorlar.” Ziyaret ettikleri, önceleri heteroseksüel erkek ama son sezonda kadınların, giyiminde, kendine güveninde, evlerinde, yemek yapabilme yetilerinde derinlerde var olan cevherleri dışarı çıkarıyorlar. O kişilerin kendilerine asla yapamayacakları ama hayallerini süsleyen dekorasyonda evi yapıyor, onlara kendi vücutlarına hangi kıyafetleri yakıştırabileceklerini ama aslında kendini güzel bulmanın ve kendini sevmenin özgüvenini aşılamaya çalışıyorlar. Tatlı tatlı, duygulanarak izledim. Farklı insanların karşılaşmalarını, hayatlarına dışarından bir yardım eli uzanan insanların duygu dolu dünyalarını, evlerinde yaratamadıkları düzeni gördüklerinde göz yaşlarına boğulan insanları, belki de uzun yıllardır saçını kestirmemiş, bir kuaföre gitmemiş hatta bazı bölümlerde yıkanamamış insanların derlenip toplandıktan sonra aynaya baktıklarındaki mutluluğu gördüm. Şovun en güzel tarafı son dönemin yarışmacı etikle yürütülen, hep birini geçerek, diğerini ezerek, başka birinin üstüne basarak, bile isteye kaba olarak idealize edilen o yeni iletişim biçimini kendisinden uzak tutmasıydı. Ama keşke hayat gerçekten de bu kadar güzel ve naif olabilse.
Hikayelerini anlatabilmek, sonunda kendilerini anlatacak birini bulabilmek elbette o insanlar için güzeldi. Ama o düzenin seni inandırdığı “yeterince çalışırsan başarırsın” rüyasının riyakarlığına ne demeli? Sanki sorunları toplumsal değil ama bireyselmiş gibi içselleştiren, kendine güvenini sağlayamadığında insan içine çıkamayan, aynalara, kendi evine küsen o insanlar neden başaramadıklarını düşünüyor? Ya da bu şov bir haftalık bir placebo olmaktan öteye gidebiliyor mu? “Kendini sev çünkü kendini sevmekle başlar her şey” cümlesi kişisel gelişimciler tarafından pompalandıkça insanın kendini sevmeye değer hikayeler mi yaratması gerekiyor?
Oysa Erich Fromm öyle demiyordu. Ona göre sevgi bir üretme haliydi ve insan kendini sevmeliydi. Bunun bir bencillik olduğunu söyleyenlerin inadına insan kendisini daha çok sevmeye devam etmeliydi. Ama sanırım kendimizi sevmek yerine, kendimizi merkeze koyuverdik. Başkalarının hikayeleri giderek önemsizleşti. Farklı hikayelere değemedikçe, o hikayeler unutuldukça hep kendi hikayemizi daha çok ve daima hatırlamakla lanetlendik. Başkalarının acılarına aynı gözle bakamayışımız bu yüzden. Başkalarının acılarını ötekileştirmemiz, saf tutmamız, “bir acı varsa onu da en iyi ben çekmişimdir zaten” böbürlenmelerimiz bizi birbirimizle karşılaşmaktan uzaklaştırıyor. İnsanların karşılaşma anları siyasi partilerin seçim filmlerinden ileri gidemiyor.
Sahi oralarda çizilen “hepimiz birimiz için, yok birbirimizden farkımız” ruhu aslında nerede?.. Aslanların hikayelerini anlatacağına söz veren bu filmler, bize ısrarla birbirimizi, bize yapılanları çok hatırlarsak delireceğimizi söylemiyor mu?