Years and Years dizisini izledikten sonra BBC'nin politik gerilim türündeki distopyasını izlemeye başladım. Kendime şunu sormadan edemedim. Bu türün yeniden bu kadar popüler olmasının sebebi geleceklerimizin belirsiz oluşuna duyduğumuz kaygılar mı? Bu iki dizi de İngiliz yapımı. Brexit sonrası İngiltere'de geleceğe ilişkin kaygılanmanın dizilerle dışa vurulduğunu söylesek yanılıyor olmayız sanırım.
The Capture sürükleyici bir dizi. Onun bize verdiği kaygı Kierkegaard'ın salık verdiğinden biraz farklı ama tanımı uyuyor. Belirli bir nedeni olmayan korku hali, bir belirsizlik hali dediğimizde çoğunlukla kaygıdan bahsediyor oluruz. Zaman zaman filmlerde ve dizilerde bize somut sebebi söylemeseler de karakterlerin hayatlarının bir döneminden, bir şeylerden kaçtığını anlarız. Anomalisa filminde karakterimizi bir koridorda koşarken görürüz. Onlarca kapı vardır, kaygı içinde koşan adam hangisinden çıktı, hangisine girecek bir belirsizlik hali vardır. O sahne belki de bu tanımın kristalize olduğu sahnedir.
Walter Benjamin Proust'tan bahsederken ondaki benzetme isteğine dem vurur ve her şeyi birbirine bağlama ihtiyacı duyduğunu söyler Proust'un. Sanırım bu dertten ben de mustaribim. Örneğin şu anda konunun dışına çıkmak pahasına koridorda kaygıyla ya da bazen korkuyla koşan karakterlerin hangi filmlerde olduğundan bahsetmek istiyor olabilirim. İyisi mi birkaç fotoğraf iliştireyim.
Varoluşçular, kaygının birey olmamızı sağladığını düşünür. İnsan nasıl beden ve ruhla bir bütünse ondaki bir eksiklik tam olmasının önüne engel koşan bir unsura dönüşür. Oysa kaygılanıyor olmak, sorumluluk almak, insan olduğunun farkında olmak demektir. Ama bugün bazı şeyler değişti. Örneğin o zamanın ruhu, kaygıyı ele alırken belirsizliği merkeze koyuyordu. Şimdi belirli olan bir gelecek bile kaygı duymamızdan çok olaylara kaygı merceğinden bakmamıza neden oluyor. Başka bir deyişle sadece kaygı duymuyor ama dünyaya kaygılı gözlerle bakıyoruz. Üstelik Rene Girard'ın arzu kuramındaki gibi başkaları kaygı duydukça kaygımızı arttırıyor ve hızla daha fazla kaygılanıyor da olabiliriz.
Kaygının temelinde ne var? diye sorar Renata Salecl kitabında: "Bir şeylerin kontrolden çıktığı hissi mi, yoksa aksine her şeyin fazlaca kontrol altına alınması mı? Seçeneksizlik mi yoksa çok fazla seçenek mi? Medya kaygıyı işlemekle mi yetiniyor, yoksa bizzat yaratıyor ve körüklüyor mu? İlaçlar kaygıyı azaltıyor mu yoksa besliyor mu? Kaygı gerçekten de mutluluğun önündeki en büyük engel mi, yoksa mutluluğun nihai hedef olarak yüceltilmesi ve mutluluk baskısı insanları kaygıya mı sevk ediyor? Bir başka deyişle, kaygıya neden olan şey tam da kaygıdan kurtulma çabası olabilir mi?"
Örneğin George Tooker'ın resimleri kaygıyı anlatıyorsa, Office Space filminde bu kaygının tam da içine düştüğümüzü söyleyebilir miyiz?
İşimin bitişini trafiğin saatine göre ayarlayamazsam, toplantı uzar da kızımı okuldan almaya geç kalırsam diye düşündüğüm minik kaygı anlarım bir bilinmezliğin içinde kaldığım 2,5 yıl öncesine göre hafif kalıyor. Nereye gideceğimi, hangi kapıyı çalacağımı bilmediğim üstelik etrafıma hiç kaygılı değilmişim gibi göstermeye çalıştığım günler oldu. Tamam kaygımız bizi özgür kılar, uyuşuk mutlular olmayalım ama ya Kafkaesk bir girdabın içine düştüğümüzde? Başımıza ne geldiğini anlamadığımızda, işin içinden çıkmanın bir yolu olmadığında bu belirsizliğe karşı kaygılandığımızda bu kaygıyı sahiplenmek bizi tamamlanmış kılar mı? "Yasa Önünde" kitabında Kafka bir yasanın önünde bir kapı bekçisi vardır. Bekçi uzaklardan gelen ve içeri girmek isteyen adamı almaz. Neden almadığını bilmeyiz. İçerideki kapının ardında başka bir kapı kapının ardından başka bir kapı vardır. Neden içeri giremez adam, neden alınmaz? Adam neden otoriteye boyun eğer sebebini ve nereye alınmadığını bilmeden? Martin Scorsese "After Hours" filmindeki bir sahnede bu kitaba referans verir.
The Capture dizisini izlerken kaygı kavramını ilk defa başka bir bakış açısıyla düşündüm. Kaygının hayatın bir parçası olduğunu, insanın bütünlüğü ve özgürlüğü için kaygıya ihtiyaç olduğunu, kaygı kontrolden çıktığında onu kabullenmenin yapılabilecek en iyi hamle olduğunu düşünüyordum. Oysa kaygı kabuk değiştirmiş bir biçimde karşımda duruyordu. Belki de buna artık kaygı değil korku demek gerekir. Zira oluşturulmuş bir gelecek, kurgulanmış bir hayat tasavvuru son derece belirli bir özne olarak karşımda ve yine de olağanüstü kaygı duymama sebep oluyor.
Dizi aslında gerçekler ve manipülasyonun yer değiştirdiği bir dünya tasavvurunu anlatıyor. Matrix'te Neo bu soruyu sorduğunda çok daha naif bir noktadan bakıyorduk: "Biz şu an bir bilgisayar programının içinde miyiz?"
Nick Bostrom bir simülasyonun içinde yaşıyor olduğumuza kesin gözüyle bakarak kaleme aldığı makalesini yazalı epey zaman oldu. Onun dediği gibi bir simülasyondan mı bahsediyoruz burada yoksa durum o zamandan beri de değişti mi? The Capture dizisinin anlattığı yaratılmış gerçeklik durumları aslında bugünün yerini aldıysa ben neden hala geleceğimden kaygı duyabilir bir haldeyim? Doğru soru belki de şu: "Geleceğimizle ilgili kararı kim veriyor?"
Şimdiye kadar kaygıyı kendini aşabilme olanağı olarak görüyor ve onu sahipleniyordum. Umutsuzca kaygıdan kaçmanın sonu hep belliydi; Nietzsche'nin uyuşuk mutluluğu bir yere varmak. Peki ya artık vardığımız yerde bile uyuşuk mutluluk ihtimali yoksa?..
Dizi benim kafamda çok soru açtı. Years and Years dizisinde de hayatımın içindeki distopik kavramların karşılığını bulmuştum. Sanırım bu konuya geri döneceğim, bir sonraki distopya dizisi çekilene kadar noktamı koyuyorum.