22 Aralık 2019

Dünya biz varız diye yaşanılabilir oldu!

Twitter'da bir paylaşım gördüm. Beni can evimden vurdu. Roland Barthes'ın bir kavramı vardır "punctum". O fotoğrafı anlatırken kullanır bu kavramı. Fotoğrafta size delip geçen, kalbinize ok gibi saplanan şeydir, diyerek açıklar. Bu paylaşımı okuduğumda benzer bir şey hissettim. Cümle delip geçti beni

Kadının yazdığı şeylerden çok, kimliğini gizlemesinden etkilendim. Gelebilecek tepkilerden korkuyor, hatta bu tepkilerin gerçek olmasından da korkuyordu. Bu, bir kadının ismini gizleyerek yazdığı yardım çağrısıydı. Aslında sosyal medyadaki bir hesabın altına isim gizlenerek yazılmış bir içe ağlamaydı. Bir karabasan anı. Kimsenin bağırmanı duymadığı, yapayalnız olduğu bir anın feryadı. Kadın tek başına bir bebek büyütmeye çalışıyordu ve geçirdiği son 27 ayın hiçbir anını, 3 dakikasını bile bebeğinden ayrı geçirmediği için özgürlüğün anlamını unuttuğunu düşünüyordu. "Duşa bile giremiyorum" diyordu. "Ve bazen acaba bebek sahibi olmasa mıydım diye düşünüyorum". Bir kadın bu cümleyi sesli, isimli çok kolay söyleyemiyor. Sadece bunu yazamayacağını bildiği için uzun uzun bebeğinin iyiliğini düşünenen bir anne olduğunu da yazmıştı. Sahte bir isimle bile yanlış anlaşılmaktan korkuyordu. Kendini açıklayamıyor, zaman zaman yalnız kalmak istediğini haykıramıyor, burada bile toplumsal baskı peşini bırakmıyordu. Kimileri "sağlıklı bir bebeğin var, şükret" diyecekti. Başkaları "Senin başka derdin kalmamış" diye kestirip atacaktı. Kendi başımıza gelmeyen sorunların çözümleri konusunda atıp tutmak hep serbest. Ama insan her şeyi olduğunda, sahip olduklarından çok memnun olduğunda da isyan edemez mi?

Paylaşımı yapan kadın da ediyordu işte ama sessizce. Hayatım boyunca kimseyi cesur olmamakla suçlamadım. Kimse cesaretli olmak zorunda değil bana göre, bunun bir erdem olduğunu düşünmüyorum. Korkmanın kendisi kadar, cesur olmak da normal. Kadın sesini çıkarmaya korkuyordu. 'Marriage Story'de adam boşanmak üzere olduğu karısına bağırırken "ölmeni istedim" diyordu ya. "Yok olmanı istedim, bir otobüsün altında kal istedim". Bu kadın da çok sevdiği bebeğine bakıyor "ve acaba olmasa mıydı diyorum" diyordu işte. İnsan zaman zaman dillendirmese bile içinden geçiremez mi bunları? "Two Fridas" resminin örtülü ve açık anlamlarındaki gibi, ikiye ayrılmaz mı ortadan ikiye?

 

Çocuk sahibi olanlar bilir. Bu, milli piyango bileti gibidir. Size uslu çocuk da denk gelebilir, çok ağlayanı da. Uyuyan da, uykusuz da. Yiyen de, yemeyen de. İlk çocuk sahibi olduğumda uzun uykusuz günlerimin ardından ben de bir yardım çağrısında bulunmuştum. Bebeğimi nasıl anlayacağımı, uykusuzluğa nasıl dayanacağımı bilmiyordum. Ama henüz bir aylık anne olmama rağmen her şeyi sanki doğuştan biliyormuşum gibi bir varsayım vardı. Çok zorlanıyor ve çok bocalıyordum. Duşa girmemeyi, 2 gün boyunca yemek yiyemeden ağlama ve uykusuzluk arasında gidip geldiğimi hatırlıyorum. Bunları yazdığımda, gönderinin altına yazanlar "yazıyı çok sevdiklerini" söyledi. Ama özelden gelenler bambaşkaydı. Benim yardım çığlığım insanlara güç vermiş ve herkes benzer hikayeler anlatmaya başlamıştı bana.

The Hours filmini hatırlayalım. Ben böyle zamanlarda kendimi o filmin katmanlarından biri olarak görüyorum. 3 kadının katman katman hikayesi anlatılıyor ya. Belki ben de dördüncü kattayım işte. Virginia Woolf’ün "Mrs. Dolloway" kitabından bir uyarlamadır film. Filmdeki 3 kadın hikayesinin biri yazarın, biri karakterin biri de okurun hayatıdır bana göre. Çok can alıcı sahneler vardır, size kadın olduğunuzu iliklerinize kadar hissettiren. Kadın "yürüyüşe çıkmak istiyorum" dediğinde kocasına, kocası önce havaya bakar, ardından eşine döner "ve çok geç kalma" deyiverir. Orada kadınlar, hayatın uzun bir döneminde 3 karakterin de geçiş nesnelerinden biri olan vazodaki çiçektir. Ve isyanları bunadır. Kendini ait hissetmediğin bir hayatın içinde kalmak için illa mutsuz bir hayat yaşıyor olman gerekmez. Bazen kim olduğunu söyleyemez, ne istediğini dillendiremezsin. Başkası için yaşar ve bundan mutlu olman gerektiğini düşünürsün. Ama içinde bir yerde yanlış bir zamanda, yanlış bir hayatta olduğunu bilirsin. Filmde intiharına giderken bir not bırakır Virginia. Çok sevdiği ve onu çok seven kocasına "aramızda yıllar var, sevgi ve saatler var" der. Bunu bir kadın çok iyi anlar.

Mesela ben doçent olduğumda hiç yazamadım sosyal medyada, sonra düşündüm içime işlemiş bir kadınlık rolüydü aslında sevincini ölçülü paylaşmak zorunda olan. Mesela doğum için suyum geldiğinde hastaneye gitmem gerekirken ertesi gün eve gelecek olanları düşünerek bir yandan yerleri sildiğimi gülerek ama ahlanarak anlattığım bir teyzem "keşke ayağınla sileydin yavrum ya" dedi bana içtenlikle. Çünkü benim içime işleyen kadınlık rolü onun içinde de çoktan içselleşmişti. Meslek hayatım girdiğim toplantılarda, "toplantıda kadın var, dilimize dikkat" diyerek daha kibar davranmak zorunda hisseden erkeklerin arasında geçti, her argoda "pardon hocam" duyan kişiydim.

Kadın oluşumu hep giydiklerimle ölçüp biçtiler. Güzel giyinsem gösteriş. Giyinmesem pasaklı. Ama bir sebebi de bendim bunun, şu an anlıyorum. Görünmez olmamanın yolunu kocaman takılarımda bulmuştum gençliğimde. Üzerine konuşamadığınız tacizleri uygulayan erkekleri duydu bu kulaklar ve bu gözler, gündelik hayatın içinde, her anında yaşanan tacizleri gördü. Hala sadece kadın kadınayken konuşulabilenleri diyorum.  "Lider kadınlar zirvesine katılmaya gidiyorum" dediğimde bir oda dolusu -iş yerinde üst düzey çalışan erkeğin- "dedikodu liderliği" diye gülerek dalga geçtiğini duydum, benim de buna gülmemi beklediler üstelik.

Bir erkek arkadaşıma "eşin ne düşünüyor" dediğimi hatırlıyorum ülkenin önemli bir dönemeciyle ilgili... "Onun düşündüğünü sanmıyorum" demişti hiç sorgulamaksızın. Gençliğimde iki kadın olarak gittiğimiz bir tatilde kendimle gizliden gurur duyuşumu hatırlamak hep üzdü beni. İşimle ilgili yaşadığım beni dönüştüren olayda bana kadın olduğum için şanslı olduğumu söyleyen çok oldu. Ne de olsa bana biçilmiş rol evdi ve daha çabuk alışırdım ev hayatına, çocuk bakımına. Üniversite hayatım boyunca güç delisi olan, erilleşmiş çok kadın gördüm oysa ben her zaman pozitif ayrımcılık uyguladım özellikle benimle aynı imkanlara sahip olmayan kadınlara. Çünkü iktidara sahip olmak geçici ve uçucuydu ama kadınların ayağa kalkmasına yardım edebilmek düzeni tümden değiştirmenin adımıydı. İlk Orta Asya'da eşitliği gördüm. Otobüste yer verilmeyen kadınlarla tanıştım ve o kadınların hayatın içinde eşit rolüne tanıklık ettim. 8 Mart'ı bir başka kutladık orda, hepsinden çok şey öğrendim.

Ben herkesten çok ağlarım; etrafımdaki çok insandan daha duygusalım ama ağlamanın, duygulara sahip olmanın ve onlarla sonuna dek mücadelenin gücünü anladığım yaştayım. Yazarken sözcüklerimin nereye çekilebileceğini biliyorum ama önemli olanın niyetim olduğunu ve beni yanlış anlamak isteyenleri zerre kadar umursamadığımı bildiğim yaştayım. Kırılgan görünen annemin zor gününde nasıl dik durduğuna şahit oldum. Ben annemin kızıyım ve ben kızımın annesiyim. Onu arkasından üfleyecek rüzgarım. Ona her akşam kendini gerçekleştirme hikayeleri anlatan kadınım. Tanıdığım ve tanıyacağım bütün güzel kadınlara, mücadele edenlere, edemeyecek kadar korkmuş olanlara, iyi ki varsınız diyorum. Dünya biz varız diye yaşanabilir bir yer oldu.

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

"
"