24 Şubat 2019

Çok yazan, edebiyat yoksullarıyız!

Nedir bu büyük sözcüklerle, kocaman cümlelerle, süslü epigraflarla, aforizmalarla işimiz?..

Faulkner şöyle anlatırdı “Şunu anladım ki yaşamanın her türlüsüyle, yazmanın her türlüsü arasında kapatılmaz bir uçurum uzanır. Yaşayabilenler yaşar, yaşayamamanın acısını çekenler de bu acıyı yazarlar”. Hele bir de hem yaşayıp hem yazan Hemingway’i örnek gösterecek olun ona, eyvah. Çünkü kendisinden pek haz etmezdi. Hemingway’in romanları için ne derdi biliyor musunuz? “Sözcükler yine Hemingway’i hezimete uğrattı!” Ama Hemingway’in cevabı gecikmezdi. “Zavallı Faulkner, büyük duygular ancak büyük sözcüklerde ifade bulur sanıyor”.

Faulkner-Hemingway atışmasını ara ara anlatmayı pek severim. Önemli olanın haklı ya da haksız olmak değil ama böylesi hicivlerde ifade biçiminin özgünlüğü olduğunu düşünüyorum. Ancak başka bir taraftan bakınca bugün iki yazarın da ortaya attığı tartışmaların hala güncel olduğunu söylemek gerekli. Önce Hemingway’in cevabı ile başlayalım. Büyük duygular ancak büyük sözcüklerle mi anlatılır? Büyük ihtimal öyle değil. Dönem aforizmalar dönemi. Sosyal medyada her gördüğümde büyük harflerle paylaşılan büyük cümleler gözlerimi yakıyor. Kimin, neyi, niye söylediği değil ilgilendiğimiz. Aynı alıntının bazen Cemal Süreya, bazen Cesare Pavese bazense Yılmaz Erdoğan’a atfedilmesi olağan.

Peki nedir bu büyük sözcüklerle, kocaman cümlelerle, süslü epigraflarla, aforizmalarla işimiz?..

Yıllar önce üniversitede anlattığım bir dönemlik dersin sonunda, dersin sınavını zar zor veren kibar, hoş sohbet öğrencim bana gelip “Hocam size bir çay ısmarlamak istiyorum ama siz de söz verin bana bir cümleyle anlatacaksınız, postmodernizm ne demek?” diye sormuştu. Bir dönem boyunca anlattıklarımı bir cevap olarak kabul edemiyordu. Çünkü dönem hap içerek depresyondan kurtulma, kitap okuyarak mutlu olma, spor salonuna yazılarak sağlıklı olma çağıydı. Bir kavram üzerine uzun uzun konuşmanın gerekiyor olması ona anlamsız gelmişti. Bence daha da vahimi, post – modernizmi bir cümleyle de anlatabilecek olmamdı. “Anything goes” nasıl demeliyiz? “Ne olsa gider”, ya da “her şey uyar”. Ama tek cümleyi söyledikten sonra açıklamaya devam edemeyince bu kavramı eksik anlamış olacağımızı, bu davranışın kavramın özünü öğrenmekten çok uzak olduğunu… Ama ne diyorum ki ben? Kavramlara karşı tutum geliştirmek isteyen kim?!..

Nicelik, niteliğin önünde artık

Niceliğin niteliğin önüne geçmiş olması da bu duruma bir sebep değil mi? Bir şeyi daha yüksek sesle, daha sık söylersek, onu daha süslü anlatırsak bu onun niceliğini arttırır ki bugün aslında önemli olan geçer akçe de niceliktir. Örneğin yine üniversitede en çok sıkıntı çektiğim dersler geçme-kalma dersleriydi. Birçok öğrencime göre geçmek önemli değildi, kaç puan alarak geçtiği, kimleri geçtiğiydi önemli olan.

Abartalım mı? Bruegel “Karnaval ve Perhiz Arasındaki Savaş” resmini yaparken daha dolu dolu görünsün, göz doldursun, ne kadar çok adam çizersem o kadar zengin durur eserim diye düşünmüş olabilir mi? Buna göre portre çalışan Modigliani’nin resimleri vasatın altı olmalı. Çok adam çizebilecekken bir kişiyle yetinmek neden?

Yakın zamanda okuduğum Nilüfer Kuyaş’ın “Kara Sevda” kitabında, cümleyi kurmanın hayalini kurduğum bir ifadeyle karşılaştım: “Çok güçlü duygular yaşadığımız zaman yalnız kalırız, insanlar bize ayak uyduramaz, fazla yoğun duygulara ortak olmaları mümkün değildir...” Böyle durumlarda, insanların bizi tekrar kucaklayabilmesi için denizde gruptan kopup fark etmeden fazla açılan birisi gibi hızla sığ sulara yüzmek gerekir, der yazar.

Bugün hissetmediklerimizi daha çok anlatıyor gibiyiz. Henüz yirmilerinin başlarında olan gençler hayat ve bilgelik üzerine yazıyor. Herkesin söyleyecek bir sözü var. Ama mümkünse kısaca anlatması lazım. Kimsenin çok okumaya vakti yok, aslında kimsenin hiçbir şeye vakti yok. Özet geçmeli. O zaman hızla bir aforizma giriyor devreye. Kafede yanımda oturan henüz 16 bilemediniz 17 yaşında olan genç kız bana dönüp bir vesileyle “Ben yazıyorum” diyor. “Nerelere göndereyim sizce yazılarımı?” Ne yazıyorsunuz dememe kalmadan epey duraklayarak, “hımm, şöyle, hayatı anlatıyorum, anlarsınız, felsefe filan, gündelik şeyler”. Galiba bu noktada dikkatimi kaybediyorum. Çok yazan, çok aforizması olan edebiyat yoksullarıyız.

Aforizma ‘ucuzluğu’

Aslında vardığımız noktada belki de Kafka’nın Milena’ya mektuplarının alıntılarını mumla arıyoruz. Ya da keşke aforizmalar La Rochefocauld’dan gelse. Çayın her daim yalnızlığı anlattığı, birlikteliğin şairaneliğine vurgu yapmak için patates kızartması ve ketçabın kullanıldığı bir dönemin kelepçeleri bileğimizde.

Aforizmalar aynı zamanda instagrammable. Twitter’da da kolay paylaşılıyor. Hiçbir düşünce üretmeden bu mecralarda varlık gösterebilmenizin hızlı ve emek olarak epey ucuz yolu. Hızlıca beğeni alıyor, bu durum iç onaylanma mekanizmasını da tetikliyor. Çünkü gerçekte kitaplardan o aforizmaları bulabilmek için o kitapları gerçekten okumak gerekiyor. Sürprizli son.

Yazının başını tekrar hatırlatma vakti. Hemingway’in lafından çıktık, laf lafı açtı. Faulkner’in söylediklerinin düşündürdükleri üzerine bir son paragrafım kaldı, ardından çekiliyorum.

Mutlu Prens hikayesini biliyor musunuz? Yaşarken çok mutlu olsa da bir altın heykele dönüştüğünde, durduğu yerden şehri izlerken, gözyaşlarına engel olamayan heykel prens, uzak evlerde yaşanan acıları, sıkıntıları görür ve arkadaşı kırlangıcı onları yardıma gönderir. Yaşarken göremediklerini eline kâğıt kalem alsa yazarken görecek durumdadır belki de artık. Oscar Wilde’ın bir hikayesi bu. 2017’de Wilde’ı anlatan biyografi filmi, ismini bu hikâyeden alıyor. Wilde’ın kendi de uzun yıllar mutlu bir prens olarak yaşamıştı çünkü. Müthiş bir adamdı, etrafına saçtığı neşe, zekasından kaynaklanıyordu. Tüm Londra’nın gözbebeğiydi, yazdıkları deha ürünüydü. Demek ki yaşıyor ve yazıyordu. Victoria Dönemi’nin katı, ahlakçı kuralları onu cezalandırana kadar böyle devam etti. Hayatının sonu hiç yaşadığı şaşalı dönemlere benzemedi Wilde’ın. Cezasını çektikten sonra sürgüne gitti. Toplum size arkasını döndüğünde, az insan yüzünüze bakmaya devam eder. Parası bitti, ünü bitti, arkadaşları gitti. Nefret ettiği, kötü bir otel odasında hiç hoşlanmadığı duvar kağıdına bir söz yazarak öldü: “Buradan ya sen gideceksin ya ben”. Yaşayamayacağını anladığında da yazdı.

Velhasıl. Toparlama ve iyi dileklerin vakti. Hayatın hiçbirimize adalet borcu yok yazık ki. Yaşadığımız günleri sevdiklerimizle paylaşmak, günlerimizi ruhumuza iyi gelenlerle doldurmak, keyif aldığımız işleri yapmaya devam etmek, yaşayabilecekken yaşamak, yazabilecekken yazmak, bazen hepsini ayrı ayrı bazen bir arada yapmak. Yapacağımız bu. Kolay ama bir o kadar da zor. Kıymetinizi bilenler ve kıymet bildiklerimiz ve bir de kitaplarınız bol olsun. Ama aforizma sayısını azıcık düşürmekten zarar gelmez.

Yazarın Diğer Yazıları

Neden bağırıyor bu kadınlar?

Suyun üzerinde kalan, çapalamayan kadın karakterlere da ihtiyacımız olduğunu yazmak istedim. Sevilmek, takdir görmek ve hak ettiği yeri gerçekten hak ettiğini göstermek için çapalaması gerekmeyen karakterlere

Dijital yas mümkün mü?

Yapay zekâ ile ölümden sonraki yaşam dediğimizde iki şeyden bahsediyoruz. Bir ölen kişinin ardından kalanların yaşadıkları süreç, bir de bir gün ölecek olduğumuzu bildiğimizden bizden sonraki süreci olan katkımız

"Bahar"ın uyanışı ya da dizideki ikinci hayat fikri üzerine

Orta yaşa gelmiş olanlar, her bir seçim ile bir adım atıyor, yolun ortalarında bir yerde arkasına bakıyor, izlemek istenen rota bu muydu ya da yeniden başlanırsa aynı rota mı izlenmeli diyerek düşünüyor. Bazen hayatımızdan memnun olmadığımız için bile değil sadece seçmediklerimizin bizi nasıl değiştirebileceğini merak ettiğimiz için