19 Mayıs 2019

Bir tekme de siz atmayın!

“Lincin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir.”

Kimse kimseyle başka fikirde olamıyor. Kimse kimseye muhalif olamıyor. Herkes birbirine sadece öfkeli olabiliyor. Muhalifliğin yerini öfke alalı çok oldu. Öfkenin yerini ise hınç. Oysa asla aynı fikirde olamayan insanlar nedense birbirlerine hep “aynen” diyorlar. Birkaç anlatım biçimi daha sıklıkla karşımıza çıkıyor, örneğin; “sıkıntı yok” ya da “net”. Oysa belki de hayatın hiçbir döneminde söylediğimizle yaptığımız bu kadar zıt olmadı. Çünkü belirgin bir biçimde sıkıntı var ve bu defa kesinlikle aynen değil.

Sosyal medyada linç, siber zorbalığa giriyor. Twitter’a birkaç saat bakmadığımda hemen her zaman tt olan bir ünlü, ünsüz isimle karşılaşıyorum. Bazıları bir siber zorbalığın mağduru konumunda. Hatta o kadarki bazen kurgu karakterlerle ilgili linç kampanyaları yürütülüyor. Film ve dizilerin kahramanları bir anda siber zorbalıktan nasibini alıyor. Ama keşke zorbalığın mağdurları her zaman kurgusal karakterler olsa.

Linç için bir olay konusunda güdülenen bir kalabalığa ihtiyaç olduğu kesin ve sosyal medyanın anonimliği herhangi bir grubu bir anda lümpen bir güruha dönüştürebiliyor. Karşındakinin bu durumdan nasıl bir psikolojik hasarla çıkacağını bilmeden ve hatta belki de kendisine karşı yürütülen linç kampanyasının içinden çıkamayacak olduğunu düşünmeden bir insana karşı nasıl böyle bir acımasız tavır takınılabilir?

Özgür Taburoğlu şuursuz kalabalığı, güruhu Gustave Le Bon’dan yola çıkarak anlatıyor. “Le bon için kitleler, şuursuzca hareket eden kalabalıklardır. Ölçüsüz ve şuursuz kalabalık bilim yoluyla bir teknik donanımı da yanlarına aldıklarında, onları belli bir yerin ve zamanın sahibi halklar gibi, toprağından, muhitinden uzaklaşmasına engel bağlar gevşer. Bu donanım sayesinde, kitle insanı kendilik bilgisini kaybettikçe, kendisini olduğundan daha güçlü görmeye başlar. Ölçülerini yitiren, kendisine dönmeye çağıran yol gösterici ölçüleri düşünmekten uzaklaşan kitle vicdansızlaşır ve çoğu zaman bir hınç duygusunun egemenliği altına girer. Bu hınç, hem ondaki uysallığın, yönlendirilmeye açıklığın hem de şiddetin, linç eylemlerine kadar varabilen cürmün kaynağıdır. Bunlar cani olabileceği gibi faziletli kitleler de olabilir. Bireyler ya da azınlıklar, kitle içerisine dahil olduklarında, kendilerini unuttukları bir tür “sürü psikolojisiyle” davranmaya başlarlar. Kitle içerisinde yer alan tekil varlık, kendi vicdanından feyz almayı bırakır ve bir ölçüsüzlüğe teslim olur.”

Oysa insanlar hata yapabilir. Yapamaz mı? Oysa söz uçar ama yazı kalır. Silgiler, kurşun kalemlerin yaptığı yanlışları siler. İnsanların hata yapmasına öfkelenmek, ona hınçlanmak, güdülenmiş bir güruha dönüşerek onu topluluktan dışlamak, karalama kampanyasının bir parçası olmak, tüm bunların vicdani bir sorumluluğu vardır. #siberzorbaolma kampanyasına destek veren binlerce kişi oluyor. Ama bazen mağdurun ve failin aynı kişi olmasına şaşırmıyoruz artık. Sanal ortamda hemen her bilgi hızla akıp geçiyor ama sizinle ilgili paylaşılanlar ya da kendi yazdıklarınız basit bir aramayla yıllar öncesinden bilgileri bugüne getirebiliyor. Her yazılan, her paylaşılan kişiyi damgalayabilecek bir unsura dönüşme tehlikesi taşıyor.

Geçtiğimiz haftalarda iletişim alanında yaptığım yetişkinlere yönelik bir eğitimde, iletişim ve müzakere süreci hakkında saatlerce konuştuktan sonra yaptırdığım bir uygulamada neredeyse sınıfta kavga çıktığını gözlemledim. O ana kadar insan odaklı, diyalog temelli iletişimin ne kadar önemli olduğu konusunda birbirine sıklıkla “aynen” diyebilecek sınıf, bir tartışma sırasında kaybetmeye tahammülü olmayan insanlara dönüştü. Yaşadığım o an kendimi de sorgulamama neden oldu. Sosyal medya paylaşımları konusunda çok dikkatli olmak, yanlış anlamalar konusunda hassasiyet göstermek bir sosyal medya kullanıcı olarak bana da sorumluluk yüklüyor. Bu tip bir zorbalığın parçası olmamak yetmiyor, buna karşı durmak gerekiyor.

Yine bir süre önce “Müslüm” filmi üzerine yazdığım bir yazıda filmi neden beğenmediğimi anlatmıştım. Filmde, acıyı seven, hep yenilmeye mahkum olan, kader kurbanı  toplumun üyeleri bir kez daha hatayı kendilerinde değil, sevdiklerinde hiç değil ama başkalarında aramanın yolunu buluyorlardı. Anlamakla, meşrulaştırmak arasındaki farkı kavrayamıyoruz besbelli, demiştim. Bir adamı çektiği acılar hoyrat, kaba, şiddete eğimli hale getirdiyse bu anlaşılabilirdi ama kendisi bu sebeple şiddet uyguluyorsa bunu meşrulaştıramazdık. Filmi çok beğenen bir takipçimin hakaretlerine maruz kalmıştım. Müslüm filmini sevdiğiniz için ve başka biri bu filmi sevmediği için ona niye hakaret edersiniz ki? Hala zaman zaman düşünüyorum. Takım tutar gibi tuttuğumuz şarkıcılar, filmler, kitaplar taraftarlık bilinciyle savunduğumuz değerler acaba hayatımızı bir türlü yaşamaya değer kılamadığımızda mı gelip bize musallat oluyor? Biriye aynı fikirde olmadığınızda onu aslanların önüne atmak, insanların ona zarar vermesine göz göre göre destek vermek, bir insana gözlerine baktığında söyleyemeyeceğin şeyleri kimliğini gizleyebildiğin bir profilden klavye ile yapabilmek utanmazca değil midir?

Linç rejimi hakkında Tanıl Bora’nın kaleme aldığı kitap 2008 yılında yazıldı. Bora, belki bugün sosyal medyada linç kavramını yeniden analiz edeceği bir bölüm ekler kitabına. Buna ihtiyacımız olduğu kesin.

Okuduğum bir makalede linç kelimesinin kökenine rastladım. Buna göre linç kelimesi İngilizce karşılığı lynch aslında bir soy isim. Bu soyadı taşıyan ilk kişi 1493 yılında İrlanda Galwoy şehrinin belediye başkanı James Lynch. Oğlunu tüccarlara borcunu ödemediği için mahkeme kararı olmadan idam eden baba yargısız infasız örneği olur. Kelime kökenini buradan alır.

Sosyal medyadaki linç kampanyalarının, sözlü zorbalığın iftiradan farkı yokmuş gibi geliyor zaman zaman. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Ölüm Bir Kurtuluş Mudur?” isimli romanında Marangoz Şakir Efendi’nin evinde hizmetçilik yapan Hayriye iftiraya uğradığında intihar ediyordu. Bir altın bileziği çalmış olabileceği iftirasına dayanamayan Hayriye kendisini erik ağacına asıyordu. 

Anna Karenina, toplumun beklentilerinin dışında bir karar vermemiş olsa aynı toplumu onun ölümünden sorumlu tutabilir miydik?

Faik Baysal’ın Sarduvan isimli romanındaki imamı hatırlayanınız var mı? Cami halılarını çalan Gavur Cezzar, halıları imamın çaldığını söyler. İftiraya dayanamayan imam intihar eder.

Bülbülü Öldürmek kitabı da böyle bir öfkeyi anlatmaz mı? Fareler ve İnsanlar’da Lennie’nin yakalanan linç edilmesini istemeyen George’u biraz da Black Mirror’un 3.sezonunun son bölümünde görmez miyiz?

Stranover’in “The Mobbing of a Long-Eared Owl by Other Birds” resmine bakın, bu resim bana bugün sosyal medyada bir kişinin karşısında bir anda binler olmayı hatırlatıyor.

Tüm bu filmler ve kitaplar etkileyici elbette. Resimler de öyle. Ama Oscar Wilde’a göre sanat hayatı anlatır ancak canımızı yakmaz. Sanat eserlerine ağlarız ama yaralanmamışızdır. Kederleniriz ama kederimiz acı değildir. Sanat, yaşamın bize sunabileceği tüm duyguları gerçek yaşamda bu duyguların bedelini ödemek zorunda kalmadan deneyimleyebileceğimiz imtiyazlı bir alandır. Sanat yoluyla gerçek yaşamın menfur tehlikelerine karşı kendimize kalkan öreriz. Ancak gerçek hayatın zorbalığı, insanların zorbalığı karşısında yapayalnız kalır acı çekeriz. Gerçek hayatta ağır bedeller öderiz. Belki de kimimiz bu sebeple sanatı hayata tercih ederiz.

Yazarın Diğer Yazıları

Zamansız bir yankı: ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ ve edebiyatın gücü

Edebiyat bize, hikâyelerin ötesinde, çağlar boyunca yeniden anlamlandırılan ortak bir dil sunar

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

"
"