18 Ağustos 2019

Bir kapırtı, şapırtı ve şangırtı hikâyesi

Borges, "konuşmak bir şey söylemek değildir" diyordu. Hayatın hiçbir döneminde Borges'in söylediği bu kadar doğru olmamıştı

Konuşarak bir şey söyleyemeyeli uzun zaman oluyor. Bir şeyler söylemenin tek yolu, kendini görünür kılmak. Görüntünle konuşuyorsun. Hatta bir kırılma daha olduğunu düşünüyorum. Eskiden en iyi görüntünü seçerek onunla bir şeyler söylemeye çalışıyordun ekran üzerinden. Artık paylaşacaklarını önceden seçerek ona göre söyleyeceklerini de seçmiş oluyorsun. Başka bir deyişle, ne söylemek istediğin değil önemli olan, neyi söylerken daha iyi göründüğün. Onu söyleyeceksin sonunda.

Simit sırasındayım. Evet, bayramda simit için sıraya girdim.

"Ne kadar zaman sonra çıkar?"

"10 dakika"

10 dakika beklemeye karar verdim. Alacağım 2 simidin parasını da ödedim. Simit bekleyen 6 kişiyiz. Kasadaki kız, alacağımız simit sayılarını sordu, saydı bizi ve sonra tepsinin başındaki ustaya döndü; "bu tepsi satıldı" diye bağırdı. Bizim 4 dakikamız kaldı. Sonra gelenler 10 dakika daha beklemeli, yeni tepsi için. Azıcık gerildim, az sonra bir hak arama mücadelesine sahne olacak bu fırın, eminim. O sırada dükkânın önünde acı bir fren sesi duyduk. Kocaman bir arabadan kocaman bir genç adam indi. İçeri girdi ve uyku mahmurluğunun havası nasıl atılırsa onu atmaya başladı zannımca. Bağırarak konuşmaya başladı. "Günaydın" diyor, yetmiyor. Tüm dükkânı tanıdığını, dün de belki bir gün önce de oraya geldiğini hepimize nasıl anlatacak? "Bugün herkes nasıl?" diye soruyor. "Bana 3 simit" diye bağırıyor. Daha vakit var diyorlar. "Yok benimkini az pişirin" diyor. "Bak ödüyorum parasını". Kasadaki kız "siz yeni tepsiyi beklemelisiniz" deyince "yok" diyor, "ben eskiden buradaydım, ilk ben alacağım, parasını bile ödedim". Ne kadar görünür olursa, ne kadar ses çıkarırsa o kadar hak iddia edebileceğini düşünüyor besbelli. Yahu bir insan simit için bu performansa ne gerek duyar diye düşünürken, aklımdan bir anda Latour geçmiyor değil. Yeni dünyada aktörlerin sadece insanlar olmadığını düşünüyorum. Bir anda zihnimde o soyut kavram ete kemiğe bürünüyor. Sosyal medyadaki benlik sunumu işte bu adam diye düşünüyorum. Daha ve enler arasında gidip gelen, Latourcu bir kaygan okumayla bir görüntü adam ya da simit adam.

Sosyal medya, mahremiyetin "pazar yeri"

Sosyal medya bizi sürekli kendimizle ilgili yeni bir şeyi ortaya koymamızı zorlayan bir mecraya dönüştü. Aynı zamanda kendimiz olmadığımız, her daim performatif olduğumuz bir mecra. Hatta belki de artık bu duruma Han'ın deyimiyle "pazar yeri" demek gerekiyor. Mahremiyetin sergilendiği, satıldığı, tüketildiği bir pazar yeri. Deyim yerindeyse gerçek bunun neresinde, gerçek ne, hepsi birbirine karıştı. Baudrillard, simülakr'a bir gerçeklik gibi görünmek istenen görünüm, diyordu. Gerçek olmayan bir şeyi gerçekmiş gibi sunmak yani simüle etmekten bahsediyordu. O adama bakarken başka başka şeyler düşündüm. Konu, bu dünyada ses ve görüntü ile var olmaya çalışan o kocaman arabalı kocaman adamdan çıktı, sosyal medyaya geldi.

Eskiden en güzel çıktığımız fotoğrafımızı paylaşıyorduk sosyal medyada. Şimdi iyi çıkmayacağımızı düşündüğümüz bir yerde ya da kılıkta fotoğraf bile çektirmiyoruz. Elimizdeki fotoğrafların hepsi paylaşılabilir, "instagrammable", biz belki de, sadece paylaşılabilecek deneyimler yaşamaya başladık. Konuşmak bir şey söylemek olmaktan çıktı ve görünmek gerekti. Ama görüntüyü artık deneyimiyle birlikte imal ediyoruz. En baştan en sona tasarlayarak yaşıyoruz. İnsanlar artık hiçbir şeye kendileri karar vermiyorlar. Asıl aktör sosyal medya. Sosyal medya neyi paylaşabileceğimize kararını vermişti bile ama şimdi neyi nasıl yaşayacağımıza da karar veriyor. Artık biz susuyoruz, o konuşuyor. Artık konuşmak bir şey söylemek değil. Sadece görünmek de değil. Onlarca gün batımı fotoğrafı arasından kim sıyrılacak? Birbirine vuran kadehler, "yeter ki keyfimiz bir olsun", "biz hep böyleyiz", "işte hayat bu" paylaşımlarının en birincisi, en kazananı kim olacak? İpi göğüsleyebilmek için artık oyunu, değişen kurallara göre oynamalı. Yaşadıklarının en güzellerini paylaşmak yetmez. Paylaşabileceklerini yaşamalısın.

Artık tüketim için vakit nakit!

Byung Chul Han "Şeffaflık Toplumu" kitabında bu durumun öncüllerini anlatır. İçinde bulunduğumuz toplumun bir olumlama toplumuna dönüşmesini, teşhircilik toplumuna dönüşmesini gündelik dilden az biraz uzak bir dille örneklendirir. Ona göre artık insanlar teşhircidir, her şey şeffaflaştırılmış, soyulmuş, çıplaklaştırılmıştır. Örtüsüz olan her şey, her an sunuma ve satılmaya hazırdır. Artık tüketim için vakit nakittir. Gizlenmeye, örtünmeye zaman yoktur, örtünün ardındakiyle uğraşamaz kimse. Salt çıplaklık gözler önüne serilmelidir. Her şey hem gerçek hem mecazi anlamda "şeffaf" olmalıdır.

Time dergisinin 2013 yılı kapağı "Ben, ben ben" diyen insanların çağını kapağına taşımıştı. 2007'de yılın insanı olarak "sen" seçmişti belki hatırlarsınız. Hepimiz yılın insanı olmuştuk, ayrı ayrı her birimiz. Aradan geçen yıllarda artık sanırım yılın insanı ekranın kendisi oldu. İnsanın görüntüsü aradan yitip gitti. Şimdi simit almaya gelen kocaman adamı gördüğümde neden kuramcı Lautour'u düşündüğümü daha iyi anlatabilirim. Onun "aktör-ağ" teorisi karmaşık bir teoridir. Kabaca, toplumda birçok aktör olduğunu biliriz ama o ekseni değiştirir. İnsan olmayan varlıklar da yani nesneler de toplumu değiştirip dönüştürme becerisine sahip olurlar. Buna göre siyah ekran, toplumu dönüştürücü işleve sahip en önemli nesne haline geldi desek, yanılmayız sanırım.

Velhasıl tüm bu tantana biraz yorucu. Her şeyi daha fazla, daha hızlı yapma arzusu, hemen paylaşma, düşündüğünü kimi kırdım, üzdüm, incittim demeden hatta doğru mu diyorum demeden pat diye ağzından çıkarma, sürekli lafı gediğine koyma, görünme, duyulma çabası kafamızı şişirmiyorsa nedir?

Mevlana, "gönlüm, gürültüsüz, patırtısız, harfsiz, sessiz bir söz istiyor" diyordu. Oysa şimdi hayat daha çok kızımın zürafalı çocuk kitabının ismi gibi: "Bir Kıtırtı, Şıpırtı, Mırıltı Hikayesi". Hatta bana kalırsa bu isim naif kalıyor. Ben olsam "Katırtı, Şapırtı, Şangırtı" deyip bodoslama anlatırdım ki sahibine iyice benzesin.

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

"
"