25 Ağustos 2019

Bir 'hashtag'lik saltanatın olacak bu dünyada

Andy Warhol haklı çıktı, çoğu insan bir gün 15 dakikalığına ünlü oluyor işte. Ama bir farkla, yaşarken değil ölüyken

Üzerimdeki giysiye su dökülüyor. Ucuza aldığım bir tişörttü sanırım. Naylon karışık olsa gerek. Su akıp gidiyor üstünden. Islatmıyor bile tişörtü. Diyorum ki bu durum aslında tam da bugünün sosyal medyasını anlatıyor. Görüntüler hızla akıyor, naylonun üstünden akan su gibi. Hiçbiri ta içimize girmiyor. Asla içeri nüfus etmeden yolunu tamamlıyor. Sosyal medya naylonun ta kendisi. Hatta dahası görüntü yeterince vahşet içermiyorsa anlamı da kayboluyor. Anlam vahşetin, çıplaklığın içinde oluşuyor. Daha açık ve şeffaf hale geldikçe ölümü bile değersizleştiriveriyor. Her duyguyu içine atıp kaybeden bir kara delik gibi.

Bu duruma itirazım zaman zaman yükseliyor. Bazen ben de kalabalıkla birlikte akıyorum çünkü. Ama düşününce bugün bir yerlerde bir kadın bir erkek zulmüne dayanmaya çalışıyor. Bugün bir kadın ölümden dönüyor. Ve bugün bir kadın daha fazla direnemiyor, ölüveriyor işte. Kayıp gidiyor dünyadan. Ama görüntüsü yoksa adı da yok.

Bazı yaşananları unutuyorum.

Unuttuklarımı unuttuğumu hatırlayınca da kahroluyorum. İnsan unuta unuta yol alıyor, biliyorum. Ama acıtıyor işte. Unutmak acılarımıza merhem oluyor. Hatırladıkça kanayan yaramız tekrar kabuk bağlıyor, bunu da biliyorum. Ama bazen gerçekler fazlaca acıtıyor canı. Ancak artık hayat çok hızlı akıyor. Üst üste gelen görüntüler, arka arkaya baktığım haberler. Bende iz bırakmadan akıp gidiyorlar. Ama Emine Bulut'un cinayetini de böylece unutabilecek olmak benim içimi epey yakıyor. 

Bugün, insanlar öldüklerinde yeterince ünlülerse, bir günlük twitter saltanatları oluyor. Ölümün arkasından yazılanların hepsi suya yazılıyor. Örneğin, "acını paylaşıyorum" en sevmediğim cümlelerin başında geliyor. Acıları hemen paylaşabiliyor muyuz? Acılar uzun sürmüyor mu? İnsanın iyileşmesi çok zaman almıyor mu? Bu cümleleri yazarken, uzakta bir düğünün sesi geliyor. Bu çalan şarkıyı hatırlıyorum. Geçen gün de gittiğim bir köy düğününde de çalıyordu. "Para bizde, her şey bizde, sizde ne var söyle söyle".

Ben ne diyorum diyorum içimden şarkı ne diyor?

Oysa yazmıştım, Aristoteles benliğin bir eylem olduğunu, bir şeyin doğasını onun "telos"unu (amacını) öğrenerek keşfettiğimizi iddia ediyordu. Başka bir deyişle bıçak, keserek bıçak oluyordu. Peki insan nasıl insan oluyor? Unutarak insan oluyorsak acaba sosyal medyanın kısa hafızasına, yediklerini öğüten bir çöp gibi hemen oracıkta ortadan kaldırmasına aşırı mı tepki gösteriyorum? Sanırım Roland Barthes en doğrusunu söylemişti, "Benim acım bir meyve mi ki olgunlaşınca dalından düşsün? Bir çıban mı ki, büyüyünce patlasın?" Acıların üstünü hızlıca örtüp geçmeyi bu sebeple sindiremiyorum. 

Oysa ben ki sosyal medyanın unutmayı değil ama bizi Borges'in karakteri Funes gibi çöplük bir bellekle bırakarak hatırlamayı zorunlu kıldığını söylerim. Sanırım canımı yakan, bu vahşetleri, zorbalıkları retweet etmek ve toplumsal muhalefeti yavaş yavaş bu mecrada terk etmeye başlamış olmak. Hatta bu paylaşımlar için "beğen" tuşunun olmasına ve bu haberlere beğen tuşuna basarak geçmeye, bir 'hashtag'lik duygu bildirimi yapmaya utanıyorum. 

Görüntü varsa vahşet var. Görüntü varsa gerçeklik var. Gerçek sadece görününce, ekranın arkasından gerçek, hepimiz bir "stalker" olduk işte. Ekranın ardında değilse gerçek içimize işlemiyor. Yoksa sosyal medyaya yüklenirken naylon tişört kendimiz mi oluverdik? 

Gözetleme veya gözetlenme sürecini tartışırken, hepimizin bir "stalker" olduğunu söylerken, aslında her gözetleyenin gözetlenen, gözetlenenin gözetleyen olduğu bir dünyada tek gerçeğin aslında görünür olma çabası olduğunun altını çizmek istiyorum. Ve konuyu başa bağlayarak "görünmekten görüntüye" bir yay çiziyorum yine.

Bugün, "yaşamak hatırlamaktır" diyen Ülkü Tamer'e inanmak istiyorum. Emine Bulut'a kalbimin içinde bir yer açıyorum ve orada anısını hep yaşatmak istiyorum. Hiçbir mecraya "acınızı paylaşıyorum" yazmıyorum çünkü insani ilişki kurmanın yolunun ancak insanla karşılaşmak olduğunu düşünüyorum. Acıyı gerçekten paylaşabilmek ve bu cinayetlerin yapılmasını engellemek için retweetten ya da bir paylaşımdan daha fazlasını yapmam gerektiğini biliyorum. Sosyal medyanın bizi görüntülerin ardına hapseden parmaklıklarını açmaya, demirleri bükerek aradan kafalarımızı çıkarmaya sizleri de davet ediyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

"
"