Yakın zamanda izlediğim bir filmi yazmak için hazırlanmıştım. Noah Baumbach'ın çok sevdiğim "Marriage Story" filmini uzun uzun anlatmak hatta önüme gelenle bu filmi konuşmak istiyordum. Yönetmeni "Mürekkep Balığı ve Balina" filminden bildiğim ve filmi ilk izlediğimde Ingmar Bergman'ın "Bir Evlilikten Manzaralar"ına bu kadar benzettiğim için mi çok etkilenmiştim, sanmıyorum. Yine Bergman'ın "Persona" filmindeki yakın plan çekimlerine benzer yakın çekimlerle bize sür ton sür birçok duyguyu geçirdiği için, bir zamanlar sevdiğinin bir anda sevmediğine dönüşebilmesi ihtimalini bildiğim için hatta daha zoru hâlâ sevdiğin halde hayatını ayırman gereken insanların hayatın bir yerlerinde var olmaya devam edecekleri için. Çokça sebebi var.
Neden hazırlanmıştım diye başladığımı anlatayım. Bazen yazıları kafanızda yazar ama kağıda dökmekte zorlanırsınız. Bazen tam tersi olur. En azından benim için öyle. Bir film analizi yapmaya giriştiyseniz mizansenin, film başladığında aileyi dikizler gibi, mutluluklarına tanık olmaya davet dilir gibi gördüğümüz kamera açılarından diğer filmlerle benzer olan sahneleri, salonda oturduklarında ya da metroda karşı karşıyayken aralarındaki mesafeyi anlatmaya çalışırsınız. Bazen içilen çayın, fincandaki dudak izinin, yırtılan bir kağıdın, kapatılan bir lambanın bir anlamı vardır. Ama bazen bu ayrıntılar kafanızda dönüp dursa da kağıda dökmekte zorlanırsınız. İzlediğiniz bir insan hikâyesi olduğunda uzaktan bakıp sadece duyguyu hissetmek istersiniz. Açı da neymiş? diye geçer içinizden. Edward Munch'un bir tablosu vardır. Kendini çizdiği tablosunda arka planda çift başlı biri görülür. Bu Munch'un zaman zaman ikiye ayrılan kişiliği, farklı taraflara gitmek isteyen Edwardlardır. Bu bana da sık olur. Dolayısıyla bu yazı bir ayrılık hikâyesine dair olsa da sahne sahne filmi incelemekten uzak. Filmi izlerken gördüğüm, isteyerek ya da fark etmeden kavradığım birçok ayrıntı beynimde dans ediyor. Ama kim bilir belki bu filme bir gün konuşarak, tartışarak hakkını veririz.
Peki filmi neden sevdim? Filmle ilgili olumsuz eleştiriler okudum. Bir erkeğin kadın bakış açısını vermekten uzak olduğu gibi. Ben katılmıyorum. Yavaş yavaş birlikte kapattıkları bir kapının ayrı taraflarında kalan çifti gördüğümüz zaman işte hayat bu dediğimiz için de filmi çok sevdim. Çünkü bazen isteseniz de kapının aynı tarafında kalamazsınız. Bazen ayrı taraflarda kalmak ister ama kapıyı kapatırken yine de ağlarsınız. Filmi anlatmaya başlamak için Anna Karenina'nın başlangıcını ödünç alayım. "Bütün mutlu aileler birbirine benzer ama her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine özgüdür." Nazım Hikmet "sen yürümelisin beni bırakarak, bir kitap düştü yere, kapandı bir pencere" diye anlatmıştı ayrılığı. İzlediğim onca filmde, okuduğum onca kitapta anlatılan ayrılıkları düşünüyorum ve bir de kendi ayrılıklarımı. Tolstoy'a dayıyorum sırtımı. Her ayrılığın kendi özgü yanları var. Oysa Charlie Los Angeles'ta görüşmek için avukat bulmaya çalışırken oğluna "her balık birbirine benzer" der. Neden bizimki farklı olsun ki? Ama farklıdır işte. Her hikâyenin başlangıcı benzese de bitişi farklıdır.
Bir kez daha aklıma gelen bu cümle beni bilinç akışıyla başka cümlelere götürdü. Mutluluk ve mutsuzluğun ne olduğunu düşündüm. Hayatın içinde hem mutluluğun hem ızdırabın bulunduğunu ve bunu zaman zaman insanın kendisi için olduğu kadar başkası için de yaratabileceğini. Film başladığında bize birbirlerinin sevdikleri yönlerini anlatan çifti dinleriz. Birbirileri hakkında harika detaylar vererek duyguyu zenginleştirirler. Ta ki monopol oynarken ortak bir noktada buluşana kadar. İkisi de bu oyunda bir diğerinin rekabetçi olduğunu iddia edecektir. O zaman biz de 2 saate yakın bir oyun izleyeceğimizi anlarız ama rekabetçi bir oyun. İnsanların beraberlikleri birbirilerinin kötü taraflarını ortaya çıkarana kadar devam eder. O gün geldiğinde ise kanımca geriye dönüş yoktur. Hiçbir yaşanmışı yaşanmamış gibi yapmak mümkün olmaz. Olanlar halının altına süpürülse bile havada tozları kalır. Ama olanlar doğru bir ifade mi? Olan ne ki? Filmde olanlar normal hayatın seyri içinde olabilecek olanlardır.
Her ne kadar Ingmar Bergman'ın "Bir Evlilikten Manzaralar" filmini aklımda hep tutarak izlemiş olsam da filmin açıldığı sahne de Nicole'ın yakın çekiminin bana Persona filmini hatırlattığını söylemeliyim. Filmin ilk birkaç dakikasında bu hatırlatmalar ve benzerlikler bize yol gösterir. Bu bir oyun ama rekabetçi bir oyun demiştik. Bu zaman zaman duygu yoğunluğu da yaşanacak inişli çıkışlı bir oyun olacaktır.
Nicole entellektüel Charlie'nin karısıdır. Charlie kendine yeter, kendine uygun olan şehirde yaşamak ister yani New York'ta. Los Angeles'ta herkes ona boş alandan bahseder. Ama o boş değil tıka basa dolu alanları tercih eder. Kişilerin hayattaki seçimleri gün gelir üzerlerine bir kimlik etiketi gibi yapışır. Nicole'ün gençliğinde ünlü olmasını sağlayan filmde oynaması sanki ikisini başka dünyalara iter. Nicole daha sıradan olanken Charlie parlak çocuk olur. Ama her parlak çocuğu bir kez parlatmış olmak ve parlamasına devam etmesini sağlamak gerekir. Bu insanın kendi kendine yapabileceğinden fazla bir iştir. Karşındakinin ışığını canlı tutmaya çalıştıkça sen sönüyorsan bu ilişki oyunu artık seni yıpratıyor demektir. Kendin de parlayamadığın ilk an dönüp gitmen mi gerekirdi? Bu seçimler ve bu kararlar ne zaman kolay oldu ki?
Film başladığında birbirleri hakkında güzel sözler söylediklerini duymamız iyi olur. Çünkü çirkinleşen her hikâyenin bir geçmişi vardır. Charlie'nin yönettiği, Nicole'un oynadığı oyunun ardından onları ayrı masalarda görürüz. Bu bir evlilik değil evliliğin bitişi hikâyesi, ayrılık hikâyesidir orada anlarız. Charlie'nin kulağına bir kadın fısıldar. Ve o da ne? Kadının kıyafeti Nicole ile aynıdır. Charlie'nin bu kadını da Nicole gibi bir olarak gördüğünün ve kadının Nicole'ün yerini almak istemesinin ipucu olabilir mi bu? Öyledir. Charlie kulağına fısıldayan kadınla bir dönem beraber olmuştur. Herkes kendini dinleyene koşar. Charlie tiyatrodaki yardımcısına, Nicole avukatına.
Charlie her zaman yanında taşıdığı not defterinden Nicole' bir daha oynamayacağı tiyatro oyunundaki eleştirisini yapar. Yolları ayrılıyordur. Nicole Los Angeles'a dönecek ve orada bir televizyon dizisinde oynayacaktır. Ama onu eleştirmekten geri durmaz. İş konusu olunca profesyonellik ön plana çıkar. Çünkü evliliğinde de bu kimliği ile vardır. Charlie "ben televizyon izlemem" der. Doğru ya, bir entellektüelin yapması ve yapmaması gerekenler bellidir. Sanki oyuna yarın devam edeceklermişçesine eleştirisini yapar halbuki o gece Nicole'ün o şehirdeki son gecesidir. Odasına giderken Nicole ağlamaya başlar. İnsan bildiği travmayı bilmediği bir geleceğe tercih edebilir ya. Bu evden gitmek istese de gitmek istemez Nicole. Yeni korkutucu olabilir, yaşadığın zorluklar ise her sabah kalkıp yaşadıklarındır.
Bir sonraki sahnede ise artık Nicole Los Angeles'a gelmiştir. Ne yapacağını bilmez halde ünlü olduğunu öğrendiği bir avukatın yolunu tutar çünkü kendini dinleyecek ve ciddiye alacak birine ihtiyacı vardır. "Charlie kötü biri değildir" der, "avukat tutmamak konusunda anlaşmıştık" der, "para istemiyorum, agresif olmak istemiyorum" der. Ama bu bir sabun gibi elinden kayacak, kızgınlıkları onları istemedikleri bir rekabetin içine bırakacaktır. Charlie'nin tuttuğu insan kanı emerek yaşamayan, düzgün avukata son noktada "bu fıkranın parasını ben mi veriyorum?" diye bağırması da bu sebeple değil midir? Karşındakinin canını acıtmazsan skor alamazsın. Sen acıtmazsan o daha çok acıtır. Kimse doğru davranışın hangisi olduğuna emin olamaz. Çocuklarını kollarından çekiştirdiklerinde aslında bunu yapmak istemiyorlardır. Çocuğun hangi kostümü giymek istemesi neden önemli olsundur ki? Ama kostüm New York ve Los Angeles farkıdır. Kostüm entellektüelin sıradana farkıdır. Frankenstein'ın Ninja ile savaşıdır. Altı dopdolu bir metinin boş bir kağıtla girdiği çekişmedir.
Scarlett Johansson, Nicole ile büyüleyici bir iş çıkarmış, hakkını vermeliyiz. Keza Charlie rolündeki Adam Driver'da. Jim Jarmusch'un filminden ve Girls dizisinden tanıyorum Adam Driver'ı. Bir de Spike Lee'nin son filminden. Ama Scarlett Johansson kadar büyüleyici güzelliği olan birinin silik bir kadını oynamış olmasına hâlâ şaşırıyorum desem yeridir. Avukatın ofisinde kadınların alımlılıkları konusunda bariz bir denge sorunu vardır ve odanın en alımlı kadını o değildir. Bu şaşırtıcı değilse hangisi şaşırtıcı?
Charlie Los Angeles'a geldiğinde evliliğin bir kişiyle değil tüm aileyle yapıldığının örneğini görürüz. İnsanlar birbirlerinin hayatlarına mozaik gibi değil ebru gibi girer. Hangi noktada birine daha yakın olduğunu anlayabilmek, ne konularda karşındakine bağlı olduğunu anlamak ancak ayrılıkla beraber gelir ve can acıtır. Karşındakinde sevdiğin minik detaylar gün gelir çirkin detaylar haline dönüşür. Birini değiştirmek için uğraşırsan sonunda değiştirdiğin kişiyi kendin sevmezsin. Charlie Nicole'ün çay bardaklarını etrafta bırakmasından hoşlanırken, merdivenden inerken içkiyi fazla kaçırmış olabileceğini itirafını mahkemede kullanır. Nicole'in avukatı Charlie'nin canını acıttıkça Charlie de Nicole'ün canını acıtmak ister, ama nereye kadar? İki birbirini seven insan adım adım birbirini sevmemeye nasıl yürür? Bu yürüyüş nasıl acı vermez? "Ceza avukatları kötü insanların iyi yönlerini görürken boşanma avukatları iyi insanların kötü yönlerini görür".
Ücreti daha insani olan, kendisi daha insani olan avukatla bu yolda yürümek zordur. İnsanın kendine bir ninja bulması gerekir. Avukat gururla "tüm bu iş bittiğinde benden nefret edeceksiniz" diyorsa, o doğru kişidir. Charlie avukatın ofisinden çıkarken yastığın üzerinde yazanı görürüz. "Ye, iç ve yeniden evlen". Evlenme, boşanma, birleşme ve ayrılma avukat için belli ki kolaydır. Ama kocası olmadan kim olduğunu bilmeyen, kendini keşfetmekten korkan Nicole için ya da çocuğunu görebilmek için sevdiği ve başarılı olduğu hayatından vazgeçmek zorunda kalan Charlie için öyle değildir. Öyle olsa ayrıldıklarında eski kocasının saçını kesen ve ayakkabısı açıldığında bağlamak için koşan Nicole'ü nasıl açıklardık?
Nicole kendi istediği şehirde yaşamaya başladıkça ruhu aydınlanır. İçi güzelleştikçe kendi güzelleşir. Kendisi de parlamaya başlar artık ışığı sadece başkasını parlatmak için değildir. Charlie de evini doldurmaya çalışır. O boşluk duygusu, bol alan fikri aynı zamanda korkutucudur. İçine ne koyacağını bilemediğiniz bir hayat nasıl dolar? Tüm bunları yapmak zorunda kaldığı için ikisi de mutsuzdur. "Senin ölmeni istiyorum" dedikten sonra ağlayıp eski karısına kapanır.
Sahne sahne anlatmayacağım desem de aklıma takılanları yazıyorum işte. Ama bu konu ve bu film burada bitmedi. Ayrılık hikâyelerini yazmaya devam edeceğim. Kayıpları, kayıpların bazen nasıl kazançlar olduğunu, hayatın içinde birilerini kaybetmek ve birileriyle yeniden başlamak olduğunu her gün kendimize hatırlatmalıyız.Eski bağları koparmak bazen zor olsa bile yeniden bağlamak incelmesinden daha güçlü yapar ipi. Mutlu hikâyeleri ve mutsuz hikâyeleri duymaya ihtiyacımız var. Başka insanların da benzer acılar çektiğini bilmek insanları zaman zaman rahatlatır. Kendini dinleyen birini bulmak her zaman kolay değildir ama yazıları okurken kendimizle kalabilir başka birinin bizi içten dinlediğini hissedebiliriz.. "Hayat Güzeldir" filmi "bu basit bir hikâye ama anlatması basit değil" diye başlar. Bu ayrılık hikâyesi de basittir ama onu anlatması hiç basit değildir.