22 Haziran 2019

Açıkçası canım, umrumda değil!

İnsan, bildiği travmanın içinde yaşamayı bilinmeyene tercih eder çoğu zaman. Ancak silkinmek, cesaret etmek “açıkçası canım, umrumda değil” diyerek kapıyı arkandan kapatmalarını beklemek gerekmez mi?.. Nasıl yapacağız?

Rüzgar Gibi Geçti filminin sonunda Rhett yıllardır büyük bir aşkla sevdiği kadını terk ederken sinema tarihine altın harflerle kazınan bu cümleyi söylemişti. “Frankly my dear, I don’t give a damn”, “Açıkçası canım, umrumda değil!”

Zaman zaman kendimi bu yakarışın ardına gizlemek istiyorum. Her yanıyla görünür olma baskısının arttığı, hızlı, koşa koşa giden bir dönem bu. Ruhlarımızı geride bırakarak koşuyor. Oysa ben yoruldum. Ara ara dönüp, “Açıkçası canım, umrumda değil” diye bağırmak istiyorum bu gündeme, bu harala güreleye, bu karmaşaya, bu rekabet ortamına ama ertesi sabah kalkıyorum ve yeniden başlıyorum.

Kadıköy’den Beşiktaş’a akan on binlerden biriyim. Vapurda çay sırasında altıncı, simitçide kasada on birinci, ilk okula kayıt kuyruğunda yüz on dokuzuncuyum. Doğru saydıysam metrobüste 21 kişi sonra oturarak gidebileceğim. Söğütlüçeşme’ye arabayla gelmiş ve orada da park için gündüz saatinde yedi araba beklemiştim. Hafta sonu parkta kızım salıncak sırası beklerken, ben markette kasa kuyruğundaydım. Kızım okulda salıncak konusunda başkalarının sırasına nasıl saygı duyacağını öğrenmiş. “Salıncağa binince yirmiye kadar sayıyorum, sonra iniyorum” diyor bana. Market sırasında sıkılmamak için bu öneriyi yerine getiriyor ve içimden yirmiye kadar sayıyorum. Ardından kafede kahve kuyruğuna giriyorum. Tatilde erken kalkıp en güzel yere havlu koyan o insan olmak, her daim rekabet halinde bulunmak beni yoruyor. Ama yaşadığımız şehir rekabeti zorunlu kılıyor. Çok insan, az kaynak.

3-5 yıl önce ilk defa metrobüse bineceğim gün, yılını hatırlamıyorum bir arkadaşım bana tavsiye vermişti. “Kimseyle göz göze gelme, yerini önceden kafanda belirle, hiç tereddüt gösterme”. Gündelik hayatını bu stratejiyle yaşayan insanlarız.

“Beğen” tuşu için yarışma, rekabet

Bunun yanında gündemin gerisine düşmemenin baskısı her yanımı sarıyor. Başka bir iş yapıyor olsaydım belki ama ben ne olup bittiğini takip etmeliyim. Instagram hesabıma, bloguma her gün yeni yazılar koymam gerektiği yetmiyormuş, video çekmelisin, bunları belli filtrelerle, belli saatlerde yayınlamalısın diyorlar, biliyorum. Yapamazsam ne olur, geri düşersin akışta, görünmezsin.

Kendimi facebook ya da instagramdaki postlardan biri olarak görüyor ve zaman zaman beğen tuşu için yarıştığımı bu tuş için insanlarla rekabet halinde olduğumu hissediyorum. Çünkü ne kadar görünürseniz o kadar iyi, yaptığınız işin niteliği, yazdıklarınızın bir önemi yok, kim olduğunun, ne anlattığının da. Birilerinin sizi beğenmesi gerekiyor, daha çok duyması gerekiyor, daha çok görünmen gerekiyor. Ama bu beğen ilkesinin de nasıl çalıştığını biliyorum, bu sebeple bir açmazda olduğumu düşünüyorum.

Görünmeyen bir insan olmak neden bu kadar korkutucu? Görünmezsek gölge insan olarak bu dönemde hayatımıza nasıl devam ederiz? Romantik filozof, edebiyat kuramcısı Rene Girard yıllar önce kuramlarını ortaya koyarken bugünü mü anlatmıştı? Girard öldüğünde çıkan bir yazının başlığını hatırlıyorum. “Beğen tuşunun büyük babası öldü ama ilham verdiği hayat devam edecek”.

Bugün sosyal medyadan istese bile uzak duramayan veya sosyal medyayı isteyerek hayatının merkezine koyan bir çok insan “beğen” tuşunun ne anlama geldiğini biliyor. Anlık bir onay mekanizması bu. Bu sebeple sizi vezir eden sosyal medyanın rezil etmesi de mümkün. Sosyal medyanın her gün vezir ve rezil edecek kurbanlara ihtiyacı var. Kim gönüllü olarak onlardan biri olmak ister?

Sosyal medyada görünür olma çabası aslında kuyruğunun peşindeki köpek gibi… Niedzviecki “Dikizleme Günlüğü” kitabında bu yerleşen yeni durumu şöyle anlatırdı; “Birbirimizi izlemek, “‘insanlığını yitirmiş insanlık” sorununa bulunmuş çarpık bir çözüm, kendimizi izlenir kıldığımızda, insanların bizimle ilgili yorum yapmasını sağladığımızda, belki ironik ama birey olduğumuzun bilincine varıyoruz. Dikizlenerek, ne kadar özel ve farklı olduğumuzu başkalarına göstermek istiyoruz. Bu aynı zamanda son derece sıradan ve normal bir insan olduğumuz anlamına geliyor; çünkü herkes gibi bizim de bir başkasına ihtiyacımız var".

Arzu da bir taklit

Gelelim Rene Girard’a. “İnsan, daima öteki’nin arzusuna göre arzular” diyen Girard, arzunun da bir taklit (mimesis) olduğunu söyler. Bir başkası beğeniyor diye beğenir, onun beğendiğini beğeniriz. Bu da beğenilen obje ya da nesneyi beğenen iki kişi yapar bizi, rakip olduk mu bir de üstüne? Çok beğenilmek daha çok beğenilmeyi getirir. Az beğenilir iseniz rekabet ortadan kalkar. Çok beğenilince rekabet ortaya çıkar, daha görünür olmak ve daha çok beğenilmek için mesai harcamak demektir bu.

Farklı kuramcılar bu konuya eğildiler. Örneğin ekonomist William Brian Arthur kitabında, Girard’ın teorisini ekonomiye de uyarlamış ve “And the winner takes it all” (“ve sonunda kazanan hepsini alır”) diyerek de sloganlaştırmıştı.

Elbette Rene Girard dijital sosyal ağlar ve bu ağların etkileşimli platformları üzerine yazmadı ama onun taklit teorisi facebook, instagram gibi sosyal ağların taklit, olumlu geri bildirim ve rekabet mekanizması üzerine çalışmasını engellemedi.

İsteklerimiz yapaydır

Girard’ın taklit arzu teorisi, temel çerçevesi içinde basittir, ancak çok çeşitli kültürel ve sosyal olayların karmaşık, ayrıntılı analizlerine izin vermiştir, teknoloji hariç. Girard'a göre, arzuyu içgüdüsünden ayıran şey, aracılı biçimidir, basitçe söylemek gerekirse, başkaları arzu ettiği için şeyleri arzulularız. Burada tanıdık psikanalitik kuramlarla ilgili bazı süreklilik de görebiliriz. Örneğin, Slavoj Zizek, “Sorun şu ki, ne istediğimizi nasıl bilebiliriz? İnsanların arzuları hakkında kendiliğinden hiçbir şey, doğal bir şey yoktur. İsteklerimiz yapaydır. Arzu etmemiz gerekir.” demiyor muydu?  Bunu Girard’ın ifadesiyle karşılaştıracak olursak, “insan ne arzu edeceğini bilemeyen ve kararını vermek için başkalarına dönüşendir.  Başkalarının ne istediğini arzu ediyoruz, çünkü onların isteklerini taklit ediyoruz.”

Girard için, taklit/mimesis nasıl ve ne arzu edeceğimizi öğrendiğimiz süreçtir. Her konunun arzusu, bir model veya arabulucu olarak işlev gören başka bir konunun temeline dayanır. Dolayısıyla, Girard’ın öne sürdüğü haliyle arzunun yapısı, üçgen biçimindedir; arzu için sadece bir özne ve bir nesne değil aynı zamanda ve daha da önemlisi, herhangi bir öznenin arzusunu modelleyen başka bir özne gerekir. Kısacası beğenmek için bir başkasının beğenisine ihtiyaç duyarız. Biz ve beğendiğimiz şey ikili değiliz. Biz beğendiğimiz şey ve o şeyi bizden önce beğenenle beraber bir üçgeniz, rakibiz ve taklit ediyor, etmeye devam ediyoruz. Bu konuyla ilgilenenler Geoff Shullenberger’in son dönem Girard’ın teorisinin olası ihmalleri üzerine yazdıklarını, Lucien Scubla’nın Girard’ın teorinden yola çıkarak takliti yeniden nasıl anlamlandırdığını okuyabilirler.

Rhett, “açıkçası canım umrumda değil” derken, bilinmeze, sislere doğru yola çıkıyordu. Çok sevdiğim “Beden Kayıt Tutar” kitabı ilk bölümünde,  bilinmezliğe yelken açmanın ne kadar korkutucu olduğunu anlatır. İnsan yeniden korkar, bildiği travmanın içinde yaşamayı bilinmeyene tercih eder çoğu zaman. Ancak silkinmek, cesaret etmek “açıkçası canım, umrumda değil” diyerek kapıyı arkandan kapatmalarını beklemek gerekmez mi?

Konumuza dönersek. Diğer konuların aksine, bu görme, görünme kervanını bir kez kaçırdığınızda geriye dönüş zordur. Koşarak gitmek, her yere yetişmek, her yerde görünmek gerekir. Girard’ın teorisi üzerine düşünürken, düşüncelerimi toplamaya çalışırken önümdeki minibüsün arkasında bir seçim afişi görüyorum. Yaptık, yine yaparız minvalinde bir şeyler yazıyor üstünde. Tam o anda sağdaki ağacın üzerinde ve soldaki billboardlarda aynı afiş devam ediyor. Bir şey çok göründüğünde de anlamını kaybetmiyor mu diye düşünüyorum bir anlığına. Ve çok görünenlerin dünyasından sıyrılıp Rhett’le beraber sislere doğru yola çıkmak istiyorum. Afişlerin bittiği yerde Ekrem İmamoğlu’nun çiziminin olduğu afişi görüyorum. Göztepe civarında bir yerdeyim. Tüm o görünür olma çabaları, görüntüler peşi sıra aklıma geliyor. Sonunda zihnimde tek bir cümle berraklaşıyor: “Her şey çok güzel olacak”.

Yazarın Diğer Yazıları

Yas günlüğü: Babama mektup

Yazılmamış mektuplar, yarım kalan duyguların sessiz tanığıdır. Söyleyemediklerimizi yazmak, hem geçmişe hem kendimize bir armağan olabilir. Peki sizin yazılmamış mektuplarınız var mı?

Çöküş

Aydınlatmayacak olsa bile, aydınlığı seçmek ahlaki bir direniştir

Paylaşılamayan mutluluk ve performatif mutsuzluk

Biz neden mutluluğumuzu paylaşmak yerine mutsuzluğumuzu yarıştırmayı tercih ediyoruz?

"
"