Ankara katliamının ardından katliamı anlatmak adına etrafta en çok işittiğim sözlerden biri, “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” oldu.
Ne büyük tespit, ne tarihi bir benzerlik!
Öyle ya,
İşte Türkiye de sonunda tıpkı 11 Eylül 2001’de ABD’nin kalbi New York’ta düzenlenen intihar saldırıları gibi 10 Ekim 2015’te can evinden, başkentinden vuruldu. Nitekim 11 Ekim tarihli Hürriyet gazetesinin manşeti “Kalbimize Bomba” idi. Oysa 10 Ekim’e gelene kadar, ‘kalbimiz’den gayrı her yerimiz inim inim inlemişti son 4 ayda.
Kuşkusuz bir ülkenin başkentinde istihbarat teşkilatının merkezine, emniyet genel müdürlüğüne birkaç kilometre uzaklıkta böyle bir vahşet yaratmanın ‘ince’ bir mesajı var. Devletin merkezine saldırmak başka, sınır boylarında onar onar insan öldürmek başka. Elbette yüce devletin 800 yıllık egosu, Ankara’ya yapılan saldırıyı Reyhanlı, Suruç ya da Diyarbakır’dan daha ‘manidar’ bulacak ve daha ehemmiyetle üstünde duracaktır, değil mi?
Oysa Cumhuriyet tarihi boyunca kendi bekâsına halel gelmesin diye binlerce insanı heder etmiş bu devlet gururu, şimdi başı kesilmiş tavuk gibi sağa sola savruluyor. Öldürülenler Kürt ve solcu oldukları için mi ‘yüce devlet’in gücü ve gururu üç maymunu oynuyor acaba, ne dersiniz?
Bu saldırıyı planlayıp hayata geçirenler ile sivil kitleleri böyle bir tehditten korumak için kılını kıpırdatmayanlar aynı günahı paylaşıyorlar bugün. Siyasal tarihindeki tüm katliamların ‘Kırmızı Pazartesi’ gibi herkesin gözü önünde hazırlanıp gerçekleştiği bir ülkede yaşıyoruz çünkü.
Bu ve bundan önceki katliamları tezgahlayanlar, Türkiye toplumunu o toplumun fertlerinden daha iyi tanıyor. O yüzden ABD’nin 11 Eylül’ü, Madrid’in 2004 Mart’ı veya Londra’nın 2005 Temmuz’u gibi toplumun tüm kesimlerini içine alan bir şiddet değil bu. Ya da Suriye ve Irak’ta her Allah’ın günü pazar yerinde, cami çıkışında patlayan bombalar gibi hedefsiz değil.
Suruç’ta, Diyarbakır’da, Ankara’da patlatılan bombaların net bir hedefi var: Zaten birbirine pamuk ipliği ile bağlı bu insanlar topluluğunu iyiden iyiye koparacak negatif motivasyonu sağlamak.
Çünkü bu bombayı Ankara’ya gönderenler, bir şey biliyorlar...
Biliyorlar ki, Kürtler ve solcular öldürüldüğü zaman bu ülkede bir müddet birileri yas tutar, diğerleri ise ‘hak ettiler’ deyip geçer.
Çünkü kendini sağcı, milliyetçi, muhafazakar diye tanımlayanlar için bu katliamlar travma yaratmıyor. Devlet ise olayın faillerini asla ortaya çıkarmadan, beylik laflarla kendi otoriter reflekslerini doya doya uygulamaya koyuluyor.
Sadece bizim değil tüm insanlığın düşmanı olan bu katiller biliyor ki, biz birbirimizi sevmeyi de birbirimize sahip çıkmayı da bilmiyoruz. Öğrenemiyoruz. Birbirimizi sevmediğimizi haykırmak için küçük bir kıvılcım yeter bize.
Kendimizi kandırmaktan vazgeçelim artık.
Birbirimizin yüzüne bakmaktan vazgeçtik, bari dürüstçe aynaya bakalım.
Bir toplum olarak değil, bir ‘toplum müsveddesi’ olarak varız bu dünya üzerinde.
‘Türk toplumu’, ‘Türkiye toplumu’, ‘Türkiye ve Kürdistan’ın kadim halkı’ vs. vs...
Adına ne derseniz deyin, hangi görüştenseniz kendi meşrebinize göre bir tanım yapın, fark etmez. Son kertede durduğunuz noktadan tanımlamaya uğraştığınız bu insan topluluğunun kaç gramlık vicdanı, iyi niyeti ve sabrı kaldı?
Her faciadan, her katliamdan, her büyük haksızlıktan sonra iktidarın gücüyle kirlenmiş ağızlardan aynı nakaratı duyuyoruz: “Şimdi birlik olma zamanı!”
İnsanın bu ikiyüzlü çağrılara sinkaflı küfürlerle karşılık veresi geliyor.
Çünkü yıllardır bu toplumu barışa ve kardeşliğe çağıran eller kırılmadan önce, üzerlerine bombalar bırakılmadan önce ‘birlik’ olmalıydık.
Tüm endişem ile soruyorum, bundan sonra hangi ortak paydada ‘bir’ olabileceğiz?
Her toplumsal travma sonrası, Kurtuluş Savaşı ruhuna geri dönüş seferi düzenlemenin edepsizliğini ne zaman mahkum edeceğiz?
1920’den bu yana, birlikteliğimizin üzerine tek bir taş koymadan bugünlere gelişimizin utancını ne zaman hep beraber yaşayacağız?
Bu ülkenin tüm muktedir kimliklerini, ne zaman bizimle birlikte ağlarken göreceğiz?
Bakın, Türk Dil Kurumu ‘toplum’u nasıl tarif ediyor:
“Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü.”
Şimdi bu tanımı okuduktan sonra, içinde yaşadığımız topluma önyargısız ve öfkelenmeden bakmaya çalışalım.
Sizce ‘aynı toprak parçası üzerinde’ yaşıyor olmak dışında nasıl bir ortak ruha sahibiz biz?
Herhangi bir temel çıkar etrafında iş birliği veyahut gönül birliği yapacak tıynetimiz var mı bizim?
Yüzyıllardır Anadolu’da komşu olup da kavgalı olmayan, birbiri ile iyi geçinen iki köy gösteremezken,
Dedelerimiz -çıkar için ya da korkudan susarak- koskoca bir soykırımın yardım ve yataklığını yapmışken,
Memleketin ekseri çoğunluğu, komşusu olan Kürtler, solcular, Aleviler devlet şiddetiyle kırılırken “oh olsun, var mı öyle devlete karşı gelmek” deyip huzurlu uykusuna geri dönmüşken,
O ter kokan ‘yiğit delikanlı’ tribimizle, aynı yastığa baş koyduğumuz kadınları öldürmekteki mahirliğimizi dünyaya ispatlamışken,
Eğitim sisteminden hukuk sistemine hayatın her alanında ayrımcılığın ‘geçer akçe’ olduğu gerçeği ile yaşamayı meziyet sanıyorken,
‘Misafirperverlik özümüzde var’ deyip yabancı turistleri en çok kazıklayan ve bununla yetinmeyip taciz ve tecavüzde sınır tanımayan ‘turizm elçileri’miz varken,
Genetik araştırmalarıyla kanser ile mücadele konusunda insanlığa umut olan ve bu sayede Nobel Ödülü alan bilim adamını bile ancak zürriyetini netleştirince tebrik edebiliyorken,
Siz hangi toplumdan, hangi ortak erdemden bahsediyorsunuz?
Elbette haksızlık etmeyelim,
Bu ülkede büyüyen her neslin ortak bir yanı var, evet.
Bir şeyi çok iyi öğrendik hepimiz:
Acılara karşı kendimizi avutmayı ve gerçeklere rağmen kendimizi kandırmayı...
Kimse kusura bakmasın, biz farklı fikir ve kimliklerden oluşsak da tarihin keskin dönemeçlerinde birbirine sahip çıkan bir ‘toplum’ olamadık.
Geldiğimiz nokta, bunca zaman sonra ancak bir ‘toplum müsveddesi’ kadar kıymet yaratabildiğimizi gösteriyor.
Geçtim dünyanın geri kalanını sevmeyi,
Birbirimizi sevmek, anlamak, empati kurmak, inanmak, dinlemek, hor görmemek gibi kavramlardan her geçen gün uzaklaşıyoruz.
Bu değerlerden uzaklaşmak istemeyenlerimizi, toplumun ezici çoğunluğuna ‘durun yapmayın, barışalım’ demek için memleketin her yerinden koşup gelenleri de başkentin göbeğinde kötülüğe kurban veriyoruz.
80 milyonluk ülkenin bir avuç barışseverinin, birlikte yaşama sevdalısının hunharca katledilmesini izledik. Kardeşleri ve yoldaşları olarak, paramparça olmuş bedenlerinin üstünü ‘barış’ yazan pankartlarla örttük.
Asıl mesele, 10 Ekim’den sonra siyasilerin ve kamu görevlilerinin katliamın sorumluluğunu üstünden atan utanmaz halleri değil. Çok daha vahimi, bu duyarsızlığın toplumda milyonlarca insan tarafında paylaşıldığını görmek.
Sokakta, sosyal medyada, köşe başında... Bunca acıdan sonra “ama abi, onlar da...” diye söze başlayan insanlık fakiri zihniyet son bulmadıkça, kimse bu ülkede bir ‘toplum’ olduğunu söylemesin.
Çürüyoruz, çürüyoruz, çürüyoruz.