24 Aralık 2019

Çitilemeden silkelemeye, kadınlık halleri

Her şey, onu, (d)onu silkelerken oldu. Çamaşırları silkeledikçe silkeliyordum. Sıra ona geldiğinde elimden kaydı, yaşlı ve yaralı ceviz ağacının dallarından birinde asılı kaldı. Ağırlığı ile esneyen dal belli belirsiz bir hışırtı çıkardı, sıcağın sessizliğinde gürültüye dönüştü

Malûm, koku, hafızanın en yakın dostudur.

Koku, yanımızdan hızla geçenin parfümüne, apartman boşluğundaki kavrulmuş soğana, bir sahafın küflü kağıtlarına, kızartma, ahşap, tütün ve rakının karıştığı izbe bir meyhaneye, biraz havasız biraz da naftalinli büyükanne evine giden yoldur. Hafızanın karmaşık dehlizlerine açılan kapıdır. Dehlizin sonu bazen eski bir sevgiliye, bazen çocukluğun şefkatli kucağına açılır. Çoğu kezse dehlize giren de bilmez nereden çıkacağını. Unuttuğu bir duygunun belli belirsiz tortusu içinde bulur kendini.

G'ler meclisi

Zile bastım, kapı açıldı. İçerideki kokuyla birlikte –çay, parfüm, pudra, kolonya, bisküvi, dereotlu poğaça, biraz ter, biraz duman karışımı kadın günü kokusudur bu- bir el beni içeri çekti. Burası adı "A" ile başlayan üst komşumun eviydi ve içeride adı "G" ile başlayan altı kadın (Güler, Gülten, Gülay, Gülseren, Gülnaz ve Ganimet) sabah kahvelerini içmek için toplanmışlardı.

O an çocukluğuma giden yola girmiştim bile. Anılar müzesi!.. Bana o zamanlar kocaman gelen kadınların beni göğüslerinin arasında sıkıştırarak severlerken duyduğum kesif ter ve parfüm kokusu. Sırttan çıkarılan mantolar, çantadan çıkarılan ev ayakkabıları, salonun yanındaki boş odada sıkılan diğer çocuklarla oynadığım oyunlar, başımızda bizi "oyalayan" ve bizden daha çok sıkılan bir ergen, ilerleyen saatlerde kapıdan uzanan bir elin tuttuğu tabak, içinde kısır, zeytinyağlı sarma, mozaik pasta, yanında üzerine soğuk su eklenmiş "paşa çayları".  Salondan gelen kahkahalar, bazen grubun en neşelisinin yanında getirdiği bir kaset –en oynak oyun havaları- atılan göbekler. 

Bir gün çay servisi için de olsa salona girmeye hak kazandığımda anladım ki, kahkahaların çoğunun nedeni kadınların bir tür şifreli dille birbirlerine çekincesizce anlattıkları cinsel hayatları, uzayan günlerde, sabah evden atılan adam geri dönünce yaşadıkları panik ve apar topar evden çıkma halleriyse, evin beyini rahatsız ediyor olma endişesinden çok biraz önce konuştuklarının mahcubiyetiymiş. Büyümek bu olabilir mi?

Ne zamandır bunları düşünüyorum? Birkaç saniyelik çağrışımlar koca bir çocukluğu seriverdi önüme. Hafızanın saati kendi bildiğince işler. G'ler meclisine geri dönmeli.

Kahvelerimizi içerken birbirimize tek tek nasıl olduğumuzu sorduk. Sonra konu oraya nasıl geldi hiç anlamadım ama onlar birbirlerine histerektomi (rahim ve yumurtalıkların tamamının ya da bir kısmının çıkarılması) ameliyatlarını anlatmaya başladılar. (Yirmi yıl önce nasıl doğum yaptıklarını birbirlerini hiç dinlemeden ve iştahla anlatmışlardı.) Görünmez olmak istiyordum, sıranın bana gelme olasılığının dehşeti içindeydim. Sıranın bana –sırayı ben almazsam- gelmeyeceğini, zaten hepsinin kendini anlatmak istediğini unutmuşum. Sadece dinliyordum onları, ama oturduğum yer -koltuklardan birinde değil masanın etrafındaki iskemlelerden birinde oturuyordum-, giydiklerim, ağzımı açtığımda çıkan sözler...

Yok, bir türlü olmuyordu. Bir ayrık otu gibi duruyordum aralarında. Doğum hikayeleri yerini doğum sonrası cinsel perhiz ve bununla ilgili anılara bıraktığında mutfağa kaçtım. Hiç bilmediğim bir sosyal kodun gereklerini yerine getirirlerken beni röntgenci durumuna soktukları için onlara kızgındım.

Bir yanımsa sakil olanın ben olduğunu biliyordu. Bir omzumda Freud, kulağıma, "Modern insanın cinselliği hasar almıştır"* diyordu. Diğer omzumda Clarissa Estes, "Kabilenin kadınlarından biri doğurduğunda diğer yaşlı kadınlar onu uzun süre yalnız bırakmazlar, doğurmanın, emzirmenin, anneliğin bilgisini fark ettirmeden ona aktırırlar" ** diye fısıldıyordu.

Kızgınlığım yerini şaşkınlığa bırakıverdi, bu kadınlar kadınlık bilgisini her dönemde birbirleriyle paylaşıyorlar, süren cinselliklerini kutsuyor, biten cinselliklerinin, kaybettikleri rahimlerinin yasını tutuyorlardı. Ve en güzeli de bunu gerçek kahkahalar eşliğinde yapıyor olmalarıydı.

"Kızım, don değil külot!"

Kadınlar çamaşır yıkarken ferahlar mı? (Suyla temizlenemeyen suçluluk başka bir yazı konusu...) Öğrenci evlerinin ve yurtların derbederliğinden gençliğim çamaşırlarımı elde yıkayarak geçti. Elimde ağırlaşan kot pantolonlarım üç günde kururdu. İlk maaşımı çamaşır makinesine yatırmam bu yüzden. Yuvarlak pencerenin ardında çamaşırlarım önce ağırlaşır, sonra dönmeye başlardı. Bu hipnotik dönüşü seyre dalar, önceden bellediğim bir çamaşırı yakalamaya çalışırdım.

"Don", ne garip bir sözcük… Defalarca söylenen sözcüklerin bir anda anlamının yitmesi, saçmalaşması, aklınızla sözcük arasına bilinmeyen bir setin çekildiği ve anlama asla ulaşamadığınız anların yarattığı yabancılaşma "don" sözcüğünün doğasında var sanki. Annem "Kızım, don değil, külot" der, anneannemse bir adım daha öteye gidip "çamaşır" diyerek tüm donlara yüklenen mahremiyet ve utancı silmek isterdi. Oysa bana göre en iyisi don demek. Mahremiyeti dillendirmenin en ham hali.

Çamaşırları silkelerken yüze çarpan görünmez su damlacıkları… "Silkeleme" kadın olma halinin en ince işlenmiş eylemlerinden biri olabilir mi? Çamaşırlarını asan bir erkeğin onları silkelediğini hiç görmediğimi fark ettim birden. Acemi, huzursuz, içindekinden bir an önce kurtulmak isteyen eller, makineden çıktığı gibi, iplerin üzerine bırakıverir verir ıslak, buruşuk topakları. Bezlerle eller arasındaki uzlaşamama hali…

İşte her şey, onu, (d)onu silkelerken oldu. Öyle sıcaktı ki, küçük yaşam parçaları havada asılı kalmıştı sanki. Mutlak bir kıpırtısızlık dünyayı ele geçirmişti. (D)ondan yüzüme ve boynuma gelen görünmez damlacıklara hem serinlemek hem de yaşadığımı hatırlamak için muhtaçtım. Çamaşırları silkeledikçe silkeliyordum. Sıra ona geldiğinde elimden kaydı, yaşlı ve yaralı ceviz ağacının dallarından birinde asılı kaldı. Ağırlığı ile esneyen dal belli belirsiz bir hışırtı çıkardı, sıcağın sessizliğinde gürültüye dönüştü. Duvarın üzerinde uyuyan miskin kedi, umursamaz bir edayla kafasını kaldırıp sese baktı.

Balkondan sarkıp elimi uzatmam işe yaramıyordu, uzanmam imkansızdı. Zaten donlara "çamaşır" diyen anneannemin sesini duyar gibi olmuştum. "Kızım, balkondan sarkma, kafan ağır gelir, düşersin" Kafam gerçekten ağır geliyordu, içindeki düşüncelerin ağırlığı ile sıcağın ağırlığı birleşiyor, taşınamaz oluyordu.

Bahçeye inip dalları sallayacaktım. Oklava da işe yarardı. Hemen inip kurtarmalıydım onu. Ne ara unuttum bilmiyorum ama aklıma gelip de balkona fırlayıp, yerinde yeller estiğini –aslında hiç yel esmiyordu, asılı kaldığı yerde bir karga, dalı gagalayıp böcek bulmaya çalışıyordu- gördüğümde dört gün geçmişti bile.

(D)onun hikâyesi

(D)onun başına ne gelmiş olabileceğini hızla düşündüm ve şu sonuçlara ulaştım:

  1. Kapıcı bahçeyi sularken onu görmüş ve daldan almıştı. Bu en olası ama en tercih etmediğim seçenekti. Almışsa ne yapmıştı? Parmaklarının ucuyla tutup apartmanın girişindeki çöp kutusuna atmıştı. Kimin olduğunu düşünmüştü? Hızla çöp kutusuna yürürken göz ucuyla incelemiş miydi? Şüphesiz incelemişti. Belki de cebine koymuştu. Bu riski göze alamazdı. Karısı ceplerini karıştırıyordu nicedir. Karısının yüzündeki dehşeti hayal etti kapıcı, bu ifade onu gülümsetti.
  2. Don kendiliğinden yere düşmüştü. Yavrularını bahçede kuz bir köşeye taşıyan anne kedi karnını doyurmaya gittiğinde, yavru kediler onu bulmuş, ağızlarıyla, patileriyle çekiştirerek oyuncak yapmışlardı. Sonra da bir yere tıkıvermişlerdi.
  3. Kuşlardan da şüphelenmeliydi. Ceviz ağacını mekân tutmuş kargaların gözündeki kararlılık şaşırtıcıydı. Kargalardan biri evlerindeki bu davetsiz misafirden kurtulmak istemiş, gagasıyla onu alıp çöpe atmış olabilirdi. Akıllı hayvanlardı ne de olsa. Peki ya martılar? Acemi sokak fotoğrafçılarının pek sevdiği, şehrin simgesi, vapurların yol arkadaşı martılar… Yakından bir martıya ilk kez baktığımda irkilmiştim. Kocaman kanatları, ürkütücü bağırtıları ve avlarına odaklanan ölümcül bakışlarıyla bir ilk çağ yaratığını andırıyorlardı. Sabahın ilk ışıkları ile ilk çığlıklarını atmaya başlayan martılardan birinin gagasında (d)onu hayal edip gülümserken, doğanın şaşmaz saatinin kentte bile işlemesine şaşırdım. Erken parlak ışıklar martıların, geç akşamların kör ışıkları yarasalarındı. Arada kalan tüm gün kentin gerçek sahipleri, kargalara aitti.
  4. Ben dala uzanamamıştım ama alt kattakiler uzanmıştı. Onu önce adam mı görmüştü yoksa kadın mı? Belki de çocukları görmüştü. Hep birlikte dalı sallayıp bahçeye düşürmüş olabilirlerdi. Ya da kendi fotoğraflarını çekmek için kullandıkları ucu çatallı sopayla onu alıp, bu mahrem bayrağı mutfaktaki çöp kutusuna kadar taşımışlardı.

Sonra onu unuttum.

Altı gün sonra, semt pazarından her zamanki gibi yorgun bir beden ve örselenmiş bir ruhla dönerken, -pazara gitmek, dünyanın tüm kadınlarına her seferinde yenilmeye mahkûm olduğum bir meydan savaşıydı- bankanın önünde gördüm onu. Yanında bir adam simit satıyor, diğer yanındaysa iki kadın bankta oturmuş pazardaki meydan savaşından galip çıkmanın haklı gururunu bir sigara ile taçlandırıyorlardı. İşte orada, kadınların ayaklarının az ötesindeydi. Ölçülemeyecek kadar kısa bir an tanımadım onu. Çok iyi tanınan nesnelerin, kişilerin bağlamından kopuk bir zaman ve mekânda görüldüğünde tanınamaması gibiydi. Edebiyat öğretmenimi, sınırları belirsiz vücudunu soğuk suya alıştırmak için acemi hatta acınası devinimlerle denizin kenarında dururken gördüğümde de tanımamıştım bir an. Onun tanınabilirliği, kötü kahverengi takım elbisesi içinde bir devlet okulunun köhne koridorlarında yürürken mümkündü ancak. (Proust, tanıdığımız birini görmek diye adlandırdığımız basit eylemin, baktığımızın dış görünüşünü, ona ait kavramlarla doldurmak ve onu her gördüğümüzde, aslında onu tanımanın nesneyi bu kavramlarla doldurmak olduğunu söylemişti.)***

Sonra tanıdım. Kimyasalların yarattığı sahte beyazlık hala üzerindeydi. Orada, yerde, kadınların ayaklarının az ötesinde duruyordu. Bir çıkmaz sokak, dar bir yaya yolu ve bir ana cadde geçmişti. Etrafımdakilere şüphe ve kaygı dolu bakışlar attım, hızla yerden aldım onu. Domateslerin üzerine bırakıverdim. Onu öylece orada, sokak ortasında bırakamazdım.

O günden bugüne defalarca yıkandı, silkelendi, kurutuldu. Kullanılmayan eşyaları topladığım kutulardan birinin içinde duruyor. Her seferinde bana genç ve şuursuz olduğum günleri hatırlatıyor. Amaçsızca savrulduğum, hiçbir kaygının yanıma bile uğramadığı, hafif, renkli uçucu günlerimin tadını...


*Uygarlığın Huzursuzluğu, Sigmund Freud, Çev: Haluk Barışcan, Metis Yayınları, 2014

** Kurtlarla Koşan Kadınlar: Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler, Clarissa P. Estes, Çev: Hakan Atalay, Ayrıntı Yayınları, 2003

***Kayıp Zamanın İzinde, Swann'ların Tarafı, Marcel Proust, Çev: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları, 2006

Yazarın Diğer Yazıları

Başkasının acısına nereden bakmalı?

Bir fotoğraf bir adamı sonsuza dek yanmaya hapsederken adaletsizlik ve gaddarlık kataloğunda yerini almıştır artık. Oysa biz ölünce eşitleniriz diye bilirdik

Girilmeyen salonlar, kapatılmış balkonlar

Ne güzeldir balkonlar. Sokakla kurulan bağ, gökyüzüne en kestirme temastırlar. Ama biraz daha büyük bir mutfak uğruna içeri çekiliverir, etrafları çevrilerek anlamsız depolara dönüştürülürler acımasızca. Bozuk elektrik süpürgesinin, eski sehpaların, bir daha kullanılmayacak terliklerin meskeni olurlar

Kayıp aranıyor ama bulunmak istiyor mu?

Sadece uzak, bilinmez kentlerin arka sokakları mı kaybolmak istediğimiz yerler? Ya hiç tanımadığımız, ruhunun arka sokaklarını bilmediğimiz insanların içinde kaybolmak?