01 Aralık 2019

Bakışın gücü: Stephen Lowry'nin tuhaf öyküsü

Bakış güçlüdür, ürkütücüdür, tehditkardır, bazen pişmanlık, bazen vazgeçiştir. O yüzden failler kurbanlarını öldürmeden önce gözlerini bağlar, vandallar sanat eserlerinin önce gözlerini oyar

Önce bakış var.

Anne ile bebek arasındaki bakış bu.

Anne bebeğe bakar, bebek bakışı yakalar, anne bebeğin gözünde kendi bakışını tekrarlar. Bu yüzden her bakışımızda bir başkasının da bakışı vardır. Başkasının bizde ne gördüğünü bilmeden, kendimizi tam da o bilinmeze dönüştürmeye çalışırız bir ömür.

Bu yazı, doğduğu günden öldüğü güne kadar annesinin hayal kırıklığına mahkûm, bakışından mahrum bir adamla, ressam Laurence Stephen Lowry ile ilgili.

Annesi Elizabeth'e göre Lowry kız olmalıydı, ama o dünyaya bir oğlan olarak gelerek hayata annesinin bakışından mahrum başladı. Elizabeth'in "Ona bakmaya bile tahammülüm yok" dediği biliniyor. Çocukluğu annesinin bu hayal kırıklığını söze döktüğü, kuzenleriyle – o üç "görkemli" kızla- kıyaslandığı anılarla yüklü.

Erken okul dönemi ders ve sosyal ilişkilerindeki başarısızlıklarla örüldü. Bugün onu değerlendiren bazı profesyoneller otistik olabileceğini, bazılarıysa annesinin duygusal şiddetinden korunmak için kontrol duvarları inşa ettiğini söylüyor. Ne fark eder? İlk yaramızı hep en yakınımızdan alırız. Artık ruhsal travmanın faille mağdur arasında tekrar tekrar üretilen o zehirli dinamiği işlemeye başlamıştır. Annesi ne kadar zalimleşirse oğul onu o kadar mutlu etmeye çalışacaktır yeniden, vazgeçmeden ve usanmadan…

Lowry tam 42 yıl boyunca bir gayrimenkul şirketinde kira tahsildarı olarak çalıştı. Bu işten hep nefret etti. Yalnızlığını ve annesinin gözündeki başarısızlığını resim yaparak unuttu. Stüdyosuna annesinin uyku saatlerinde girdi. Resimlerinde sadece beş renk kullandı. Yaşadığı şehirden ruhuna sızan kasvetli, gri, endüstriyel ortamların içinde "çöp adamlar" ve "çöp hayvanlar" çizdi. İnsanları yalnızdı ama kalabalıkları daha da yalnızdı.


Lancashire Fair, Good Friday, Daisy Nook, LS Lowry, 1946

Babasının ölümünün ardından, annesi nevroz ataklarının eşlik ettiği son yedi yılını yatakta geçirdi. Artık hem fiziksel hem de duygusal olarak oğluna bağımlıydı. Ne annesine yıllar boyunca bakması ne de artık tanınmaya başlaması ve altmış civarında işinin satılması -bir resmini Tate Müzesi almıştı – annesinin onu küçümsemesine engel olamadı. "Bir hobiye para ödemek için insanın deli olması gerekirdi."

"Annem yaptığım resimlerden nefret ediyordu, çünkü resimlerim ona her gün sevmediği bir şehri ve yaşamak istemediği bir hayatı hatırlatıyordu."

2. Dünya Savaşı'nın başladığı yıl Elizabeth öldü.

Lowry birkaç yıl depresyon ve intihar düşüncesiyle boğuştu. Annesi ölmüş, oğlunun hayalkırıklığıyla harmanlanmış bakım veren, besleyen, sabreden ve usanmadan annesinin bakışını hak etmeye çalışan kimliğini de yanında götürmüştü. Lowry elinde kalanlarla ne yapacağını bilmiyordu.

Bir gün bir mektup aldı.

Mektubun yazarı Carol Ann Lowry –soyadlarının aynı olması tuhaf bir tesadüften ibaretti- on üç yaşındaydı, yetmiş yaşındaki adaşına nasıl sanatçı olabileceğini soruyordu. Lowry mektubu birkaç ay yanıtlamadı. Bir gün –kendini daha da yalnız hissettiği bir gündü bu- otobüse atladı ve kendini Carol Ann'in evinin önünde buldu. O gün başlayan sıra dışı arkadaşlıkları Lowry'nin hayatının sonuna dek sürecekti.

Lowry, Carol'ı umursuyor Carol'sa yaşlı ressamı bilge ve büyüleyici buluyordu. Aralarında kurulan güçlü bağ her ikisinin de bir eksiğini tamamlıyordu; Lowry için aile özlemini, Carol içinse çok yönlü bir sanat eğitimini. Birlikte yemek yiyorlar, bale izliyorlar (yaşlı adamın tutkun olduğu Coppelia balesine defalarca gitmişlerdi, Carol o zamanlar buna pek anlam verememişti) sohbet ediyorlardı. Bir amca ve bir yeğen, bir öğrenci ve bir öğretmendiler.

Carol Lowry'nin ölümünü takip eden uzun yıllar boyunca bu ilişki hakkında suskunluğunu koruyacaktı.

Lowry'nin son yirmi yılında tabloları milyon pounda yakın fiyatlara alıcı buldu, "dahi ressamlar" sınıfına kabul edildi. Hatta kendisine –o her ne kadar reddetmiş olsa da- şövalyelik teklif edildi. Ama o hep başarısız ve kırgın hissetti, annesinin gözüne girememişti.

Laurence Stephen Lowry 1976'da 89 yaşında öldü. Ölümünden birkaç ay sonra Royal Academy Lowry retrospektifi sergiledi, resimlerini rekor sayıda ziyaretçi izledi. Hayatında asla bir kadın olmadı.

Avukatları Carol Ann'i arayarak ressamın baş varisi olduğunu bildirdiler ve evinde bulunan eşyaları incelemesi için kendisini bankaya davet ettiler. Bu telefon Carol'ı şaşkına çevirmişti, Lowry ona hep piyanosunu ve büfesini bırakacağından söz ederdi, ama şimdi tüm parasını, evini ve resimlerini yani her şeyini bırakmıştı. Carol birazdan yaşayacağı şaşkınlığın yanında bu haberin bir hiç olduğunu henüz bilmiyordu.

Ressamın evinin bodrumunda gün yüzü görmemiş yirmi üç resim bulunmuştu. Ancak bu resimler ressamın bilindik baskın tarzının, beş renkli endüstriyel şehir manzaralarının, stilize, düzenli insan figürlerinin çok dışındaydı. Resimler tuhaf, kısıtlayıcı giysiler içerisindeki genç kadınlara aitti. Kadınlar kuklaya benziyordu, adeta görünmez, dar bir tüp içine yerleştirilmişlerdi, sivri yakalı ve sivri göğüslü, neredeyse sadistik çizimlerdi. Baltayla boyunları vuruluyor, giyotinin altına itiliyor, boğazlanıyor ve bir bıçakla parçalanıyorlardı.

Carol, resimdeki genç kadınların dikkat çekici şekilde kalkık burnunun kendi burnu olduğunu anlayınca dehşetle haykırdı. "Aman Tanrım, bu benim!" Sonraları resimdeki kızın hayali bir figür olduğunu düşünecekti ama ilk sarsıntı çok güçlüydü. O her zaman kibar ve koruyucu Viktoryen centilmenin bu yüzünü ilk kez görüyordu, İmgeler cinsellik ve şiddetle yoğrulmuştu ve Lowry kendisinden bu bakışı saklayabilmişti. Coppelia balesini ve birlikte defalarca bu baleyi izlediklerini anımsadı Carol… Mekanik bebek Coppelia ile onu kontrol eden kuklacının öyküsünü. Çizimlerde bu baleden de esinlenilmiş olabilirdi. Bir an kendisinin Coppelia, Lowry'ninse onu kontrol etmek isteyen kuklacı olduğunu düşündü. Bu düşünceyi kafasından hemen uzaklaştırdı.

Sanat tarihçisi Michael Howard yıllar sonra sokak manzaralarının içinde acı çeken bir dişi bedenin olduğunu fark etti, resme farklı bir açıdan bakıldığında bu görülüyordu. Örneğin binaların dış hatları aslında acıyla kıvranan bir kızın bedeninin dış hatlarıydı. Endüstriyel şehir manzaraları başka bir bakışın varlığıyla bozulmuştu artık. Lowry bizim görmeyi başaramadığımız bir şeye bakıyordu. Hatta resme bakan biz değildik, resim bize bakıyordu.

Laurence Stephen Lowry'nin tuhaf öyküsü kısaca böyle.

Önce bakış var dedik, öyle bitirelim o halde.

Bakış güçlüdür, ürkütücüdür, tehditkardır, bazen pişmanlık, bazen vazgeçiştir. O yüzden failler kurbanlarını öldürmeden önce gözlerini bağlar, vandallar sanat eserlerinin önce gözlerini oyar. Yoksa devam edemezler.

O yüzden Themis'in gözleri bağlıdır, bakarsa adil olamaz. O yüzden Buddha heykelciklerinin kutsanma işlemi göz bebeklerinin çıkarılmasından ibarettir.

Ve o yüzden her çocuk bir ömür annesinin bakışını arar durur.


*16. Adli Bilimler Kongresinin açılış konuşmasını "Bakışın Esaretindeki Beden: Marina Abramoviç" başlığıyla yapan ve bakışa bakışımı değiştiren Dr. Halis Ulaş'a teşekkür ederim.

Kaynaklar

  1. Angela Levin, The dark side of the matchstick man: Painter L.S. Lowry never married or had a girlfriend. But the woman he befriended as a child now tells of their bizarre relationship. Dailymail, 2011
  2. Grand Rollings, LS Lowry's bleak relationship with his disapproving and snobbish mother is brought to life in new film Mrs Lowry & Son, The Sun, 2019
  3. Mona Lisa Kaçırıldı, Darian Leader, Çev: Handan Akdemir, Ayrıntı Yayınları, 2018
  4. Meraklısı için L.S. Lowry 1957, kısa film

Yazarın Diğer Yazıları

Başkasının acısına nereden bakmalı?

Bir fotoğraf bir adamı sonsuza dek yanmaya hapsederken adaletsizlik ve gaddarlık kataloğunda yerini almıştır artık. Oysa biz ölünce eşitleniriz diye bilirdik

Girilmeyen salonlar, kapatılmış balkonlar

Ne güzeldir balkonlar. Sokakla kurulan bağ, gökyüzüne en kestirme temastırlar. Ama biraz daha büyük bir mutfak uğruna içeri çekiliverir, etrafları çevrilerek anlamsız depolara dönüştürülürler acımasızca. Bozuk elektrik süpürgesinin, eski sehpaların, bir daha kullanılmayacak terliklerin meskeni olurlar

Kayıp aranıyor ama bulunmak istiyor mu?

Sadece uzak, bilinmez kentlerin arka sokakları mı kaybolmak istediğimiz yerler? Ya hiç tanımadığımız, ruhunun arka sokaklarını bilmediğimiz insanların içinde kaybolmak?