22 Mayıs 2024

Akıl Batı’ya mı özgüdür?

Akıl Batı’ya özgü değildir. Bilim de Batı’ya özgü kalmadı, sonraki yüzyıllarda bilim fikri, bilimsel yöntem, bilim kurumları dünyanın her yanında gelişebildi. Takıntıları ve Batı karşısında güven sorunları olan toplumlar hiçbir zaman kendi değerlerinden temellenen farklı bir akıl, farklı bir bilim çıkaramadılar. Ancak evrensel aklı benimseyen, kendi değerlerine anlayarak ve eleştirerek yaklaşan toplumlar bilimde gelişebildikleri gibi kendi kültürlerini de zenginleştirmeyi başardılar

Önceki yazılarda da ele aldığım gibi Millî Eğitim Bakanının yeni müfredat modelini mantıkla çözümlemek, anlayabilmek imkânsız. Sanki bu müfredatı hazırlayanlar kamuoyuna açıkladıkları metnin akıl ve mantık açısından ne kadar tutarsız olduğunun farkında değiller. Kendi âlemleri akıl ikliminden farklı, kuvvetli bir rasyonel eleştiriyle karşılaşacaklarını görmüyor ve görseler de umursamıyorlar. Müfredat değişikliği, uygulanmayan anayasa, kanuna uymayan mahkemeler, ekonomik ve sosyal politikalar gibi, rasyonel gerekçeleri olmayan, ‘değerlere’ dayanan, ideolojik olarak kılıflanan ‘yeni’ Türkiye gündeminin bir parçası. Cumhuriyetin akılcı lâik temellerine karşı dinî değerlere, İslâm dinine bağlayıcı rol atfedilen ‘bizim medeniyetimiz’ kavramına dayanan bir çıkış söz konusu. Müfredat taslağı bu bütünün önemli bir parçası olarak zaten dünya işlerini ve bu arada eğitimi akıl üzerine değil bir ‘medeniyet’ yorumu üzerine inşa etmek istiyor. Bu söylem Hıristiyanlığın merkezde olduğu bir Batı medeniyeti kavramından, Haçlılarla mücadeleden ziyade modern zamanların akılcılığı dayanak edinen laik kültürü ile sorunlu. Modern bilimin, özellikle doğa bilimlerinin ve genel olarak gözleme dayanan bilimin anlaşılmadığı, temelindeki kanıtlama gereğinin, dünya bilgisine dayanma, gözleme, soruşturma  (tahkik), sağlama yapma  gereğinin önemsiz veya ikincil addedildiği bir anla(ma)yışla, ‘değerlerimiz’ ‘kalp’, ‘gönül’, ‘ruh’ olarak akıldan önce geliyor. Vicdan ve ahlâk da akıldan ayrı, dünya işlerinden ayrı, ilâhi buyruğa dayanan ‘değerler’ olarak sunuluyor. Öte yandan da bilimin elde ettiği sonuçların ‘değerlerimiz’ ile bağdaştığı iddiası ve boş inancı ‘değerlerimizden’ bilim ve teknoloji türetecek bir nesil yetiştirme hedefi de söylemin içinde yer alıyor. Modernlik iddiasındaki siyasal İslâmın içinde, bu yaklaşımın tabiatı icabı bir paradoks olarak, bilimin araştırma yaparak ulaştığı sonuçların, ya da bu sonuçların doğru olamayacağı bilgisinin Kur’an’da zaten bulunduğu iddiası da ortaya çıkıyor. Bu konularda MEB’in taslağı açık ve direkt bir sunum yapmıyor, zaten karışık, muğlâk bir metin. Türkiye Yüzyılı Maarif Modelinin fikir kaynağı olarak gösterilen Nurettin Topçu’nun Türkiye’nin Maarif Davası kitabı (Dergâh Yayınları (1997)) bu söylemi daha açık şekilde tebliğ ediyor. Bu âlemde medeniyetlerin kendilerine has özleri var, kültürlerini ve ahlâklarını esas olarak kendi özlerinden alıyorlar, söylem akıldan kaynaklanan argümanlar yerine öz değerlerin kabulü üzerine inşa ediliyor. Batı kopyacılığı da, Osmanlı’nın son 3 yüzyılındaki medrese de yeriliyor. Ancak medeniyetin, kültürün, toplumun yapısı ve dinamiği, zamanla nasıl geliştiği, kültürler arasında alışverişler pek tartışılmıyor. Akıl ürünleri ve bilim medeniyetin bir parçası olarak öne çıkmıyor. Modern bilimin ortaya çıkışı, eski bilgi ile arasındaki fark hiç gündemde değil. Tıpkı yeni müfredat taslağının âlim isimlerini rastgele listelemesi gibi bilim öncesi dönemin büyük düşünürleri, Aristo, Gazalî ve İbn-i Sinâ, modern bilim sonrasının Pasteur gibi bazı bilim insanlarıyla birlikte listeleniyor. Çarpıcı bir şekilde Kopernik, Galileo, Kepler ve Newton’dan bahis, modern bilimin nasıl ortaya çıktığı konusunda bir farkındalık da yok. Özellikle  Cumhuriyet döneminde yetişen donanımlı teknik kadrolardan, meslek sahiplerinden, ve 1970’lerde artık Türkiye’de var olan bilimsel araştırma etkinliğinden, dünya bilimine yapılan önemli katkılardan da bahis yok.  Ama haksızlık etmeyelim, Türkiye’de kamuoyunun büyük kısmında da aynı yanılgı vardır. Bilim batıda yapılır, biz bunu alırız. Teknolojiyi alıp kullanmamız yeter zaten. Bilime, onun altındaki akılcı düşünce tarzına ihtiyaç yoktur, bunların birbiriyle olmazsa olmaz ilişkisi de pek gündemde değildir. Yeni müfredat, Nurettin Topçu ve benzerlerinin düşünce iklimiyle ilgili Kenan Çayır’ın değerli yazısı)

***

Modern bilim önce Avrupa’da sistemleşti. ‘Bilgi iktidardır’ düsturunu hızlı ve çarpıcı bir şekilde örnekleyen teknolojik gelişmeler insanlığa, çok eşitsiz paylaşılsa da şimdi birçok insana ulaşan yeni imkânlar getirdi. Avrupa ve Kuzey Amerika’nın elde ettiği ekonomik, askerî ve siyasî üstünlük, sömürgecilik ve emperyalizmle dünyaya büyük acılar çektirerek hâkim oldu. Bu gelişmenin dışında kalan ülkelerde, eski medeniyetlerde Batı ile ilgili hayranlık, haset ve nefret karışımı bir kompleks ortaya çıktı. Kaybeden taraftaki kendine güven kaybını ve çelişik duyguları anlayabiliyoruz.  Bu tepki batıyı reddetmek ardından da batıya güç sağlayan aklı reddetmek olarak ortaya çıkabiliyor. Geçmişe, artık geri gelmeyecek çağlara güzelleme ile batıya öykünme kol kola gidiyor. Bu durum Türkiye gibi ülkelerdeki bazı akımlara özgü değil, gelişmiş ülkelerde maddî ve kültürel olarak dışlanan insanlar da benzer tepkilere giriyorlar. Kendi çıkarlarını korumak için bilime dayanan politikaları reddeden iktidarlar da görünürde ‘elitizme’ karşı popülist söylemleri kullanıyorlar.  Bilim ve teknoloji otomatik olarak toplumların ortak refahını sağlamıyor. Ortak iyiliği sağlamak için ne yapmak gerektiği de ancak akıl yoluyla, akla ve kanıtlara dayanan şeffaf tartışmalarla ortaya çıkabiliyor.

***

Akıl insanlığın evrensel bir ortak değeridir. Malûmu ilâm kabilinden tarihin farklı çağlarında dünyanın farklı yerlerinde farklı uygarlıkların parlak katkıları olduğunu kolayca görebiliyoruz. Günümüzde genom analizleri bütün toplumların yeni kalıtım istatistikleri açısından  birbiriyle neredeyse aynı olduklarını açıkça gösteriyor. Doğan bebeklerin ne kadarının kalıtımla gelen potansiyellerini eğitimle, kültürel ortamla, sağlıklı yetişme koşullarıyla değerlendirebildikleri, kendiyle barışık ve içinde yaşadıkları topluma katkı yapan insanlar olabildikleri çağlara, uygarlıklara, ülkelere göre değişiyor.  İnsanlık tarihinde ayırımcılıkların teker teker kaldırılması çok zor ve çok da yeni bir süreç, köleliğin kaldırılması, mal sahibi olmayan erkeklerin zenginlerle aynı haklara sahip olması son iki yüzyılda dünyada yaygınlaştı. Kadınların, farklı ırkların eşit hakları son yüz elli yılın konusu. Farklı cinsel yönelimlere eşit haklar tanınması ise son elli yıldır gündemde. Bütün bu alanlarda eşitliğin sağlanması ve kalıcı olması ancak eğitim sistemlerinden ayırımcı fikirlerin kalkması ile gerçekleşebilir. İşin faydacı yönü, ayırımcılık kalktığı oranda akılcı eğitime ulaşabilen ve kalıtsal potansiyelini kullanabilen nüfus oranı da artıyor. Bütün eski uygarlıklara katkı imkânı bulabilenler, katkıları görünür kılınanlar büyük ölçüde hür, üst sınıflardan erkeklerdi. İnsanlığın %50si, kadınlar, bütün potansiyelleri ile akılcı eğitim alma ve tam katkı verme imkânına daha yeni yaklaşıyorlar. Yeni müfredatın toplumsal cinsiyet boyutu haklar açısından olduğu gibi faydacılık, toplumun iyiliği açısından da çok önemli.

***

Şimdi resimde görülen iki rasathaneyi karşılaştıralım. Ortadoğu – İslam geleneğinin son rasathanesi III. Murat devrinde 1577-80 arasında faaliyet gösteren, başında Takiyüddin’in bulunduğu İstanbul Rasathanesiydi. Takiyüddin’in çağdaşı Tycho Brahe de Avrupa’daki teleskop öncesi son büyük gözlemevi olan Uraniborg Rasathanesinin başındaydı. Minyatürde ve gravürde görüldüğü gibi her iki gözlemevi de yıldızların birbirlerine göre konumlarını, yani aralarındaki açıları olabildiğince büyük hassaslıkla ölçmek için aynı açı-ölçme aletlerini ve analog-mekanik hesap aletlerini kullanıyorlardı. Açı ölçümlerindeki küçük hatalar denizde veya karada yol bulmada kilometrelerce büyük yanlışlara sebep olduğundan yıldız konumlarının gitgide daha hassas belirlenmesi büyük pratik öneme sahipti. Yeni zîc/kataloglar doğu-batı arasında gidip geliyor, ölçülen yıldız konumları paylaşılıyordu. Bu âlimler aynı zamanda gök olaylarını izleyerek hükümdarlara fal bakıyorlar, kehanetlerin doğru veya yanlış çıkması da saray entrikalarında kullanılıyordu.  Her iki tarafta da yapılan çalışma, kullanılan aletler (teknoloji), kullanım amacı, hazırlanan zîc/kataloglar, rasathanenin ve gözlemcilerin finansman kaynağı, bilimsel yöntemin falcılıktan henüz ayrılmamış olması birbirine benziyordu.

Takiyüddin’in İstanbul Rasathanesi üç yıl çalıştıktan sonra saray entrikaları içinde uğursuzluğuna hükmedilip yıktırıldı. Tycho Brahe ise bir kralın yanından kovulunca başka bir hâmî bularak otuz yıl gözlem yapabildi. Asistanı Kepler Brahe’den kendisine kalan çok sayıda ve o zamana kadarki en hassas ölçümleri nadir matematik bilgisiyle değerlendirerek gezegenlerin hareketiyle ilgili Kepler Kanunlarını buldu. Bunlar da Newton’un evrensel kütle çekimi yasasına temel olacaktı. Modern bilimin ortaya çıkması Kepler’le çağdaş olarak Galileo’nun teleskobu gökyüzüne tutarak sarsıcı yeni buluşlar yapmasıyla ivmelendi. Bilimsel yöntemi açık seçik tanımlayan öncü kişi Galileo’dur. Batıda yeni oluşmakta olan kültürel fark, sistemli gözlem, mantık ve matematik kullanımı idi. Brahe, Kepler ve Galileo çok zorlukla da olsa rağmen çalışmalarını sürdürebilecekleri, yayınlayabilecekleri ve başkalarına gösterebilecekleri bir yeni ortamın içindeydiler. Osmanlı’da ise Takiyüddin’in rasathanesinden sonra tam 300 yıl boyunca ne eski gelenekte ne de  yeni teleskoplarla çalışan bir rasathane daha kurulmadı. Bilimsel yöntem dediğimiz çok özel buluş, karmaşık şartların birleşimiyle bir tek yerde ve zamanda ortaya çıktı. Dünyanın başka bir yerinde, başka şartlarda olamazdı. Ama iki rasathanenin etkinliklerinin gösterdiği gibi insanların öncesinde yaptıkları, yapabildikleri işler aynıydı.

Akıl Batıya özgü değildir. Bilim de sonrasında Batıya özgü kalmadı, sonraki yüzyıllarda bilim fikri, bilimsel yöntem, bilim kurumları dünyanın her yanında gelişebildi. Takıntıları ve Batı karşısında güven sorunları olan toplumlar hiçbir zaman kendi değerlerinden temellenen farklı bir akıl, farklı bir bilim  çıkaramadılar. Ancak evrensel aklı benimseyen, kendi değerlerine anlayarak ve eleştirerek yaklaşan toplumlar bilimde gelişebildikleri gibi kendi kültürlerini de zenginleştirmeyi başardılar. Tabiî aklın ve bilimin ürünlerini iyi veya kötü yönde kullanmanın ahlâkî ve siyasî sorumluluğunu da paylaşmaları gerekiyor. Bu sorumluluğu alamayanlara manipülasyonla idare etmek ve manipülasyona tabi olmak, toplum ve bireyler olarak kendine güvenmemek, başkalarına hiç güvenememek kalıyor. 

Ali Alpar kimdir?

Astrofizikçi. Sabancı Üniversitesi Emeritus öğretim üyesi. Bilim Akademisinin kurucu başkanı.

1968'de Robert Akademi'den, 1972'de ODTÜ Fizik bölümünden mezun oldu. 1977'de Cambridge Üniversitesi'nden fizik doktorasını aldı.

Boğaziçi Üniversitesi, Columbia Üniversitesi, University of Illinois at Urbana-Champaign, TÜBİTAK Temel Bilimler Araştırma Enstitüsü, ODTÜ ve Sabancı Üniversitesi'nde çalıştı.

Araştırma alanları nötron yıldızları ve pulsarlardır.

1993-1997 arasında Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) Konseyi, TÜBİTAK Bilim Kurulu ve TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları'nı başlatan yayın kurulu üyesiydi.

ODTÜ (1994) ve Sabancı Üniversitesi'nde (2003) mezuniyet sınıfı öğrencilerinin seçtiği en iyi öğretim üyesi ödüllerini aldı.

TÜBİTAK Teşvik Ödülü 1986, Sedat Simavi Ödülü 1988, TÜBİTAK-TWAS Bilim Ödülü 1992, ODTÜ Mustafa Parlar Vakfı Bilim Hizmet ve Onur Ödülü 2018 sahibi.

Hükümetin KHK ile Türkiye Bilimler Akademisine (TÜBA) üye tayin etmesi üzerine TÜBA'nın 82 aslî üyesinden istifa eden 52 üye arasındaydı. 25 Kasım 2011'de Bilim Akademisi'nin 17 kurucu üyesi arasında yer aldı.

2011-2021 yılları arasında Bilim Akademisi'nin ilk başkanlığını yaptı.

Türk Astronomi Derneği üyesi ve eski başkanı. Academia Europaea, American Philosophical Society, European Astronomical Society, International Astronomical Union üyesi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Kaldırılan ‘eski’ ortaöğretim müfredatında fizik

Kırk yıl Türkiye’nin iyi üniversitelerinde bu konuları okutmuş bir hoca olarak yıllar boyunca git gide daha yoğun şekilde öğrencilerin çoğunun anlamamış, unutmuş, bir konuyu okuyup irdeleme ve anlama donanımı bastırılmış şekilde üniversiteye geldiğini görüyorum, gençlere bunu yeniden kazandırmaya uğraşıyoruz

Müfredat taslağı: Mantıksız mantalite

Bu müfredat taslağını yazanlar, sanki kendi dünyalarından bakınca yazdıkları metnin nasıl eleştirileceğini, ne kadar tutarsız olduğunu görmüyorlar. Küçük yaşlardan itibaren otorite sahibi bir büyüğün tek yönlü ‘sohbetinden’, bir yerlerden bir şeyler duyulup bunların bilgi ve buluş sayılabildiği, büyüğün dediklerinin, tekrarlananların peşinen kabul edildiği, dayanağa gerek duyulmayan, kabulünden ibaret bir âlemde yaşamışlar

MEB müfredat taslağına giriş: ‘Ortak Metin’

'Ortak Metin'de yer alan infografik eğitim konusunda pek açık seçik bilgi vermiyor, ama evet, Millî Maarif Modelini aslına sadık biçimde tasvir ediyor: Modelin sunumu olan ‘Ortak Metin’in mantık ve kanıtlarla bağlanmamış, muğlak terimler, “epistemoloji”, “ontoloji...” gibi büyük laflar ve sürekli tekrarlarla bir iddialar yığını olduğunu görsel olarak gayet iyi yansıtıyor bu ağaç temsili