09 Aralık 2019

III. Dünya Savaşı nasıl başlayacak?

Kıyamet, "Falanca, filan yerde kimyasal silah katliamı yaptı" şeklinde atılan manşetlerin ardından kopacak! Gerçek belki bir gün, bir kez daha ortaya çıkacak. Ama tabii, "Bad-el harâb-ül Basra…" Yani "Basra harap olduktan sonra…"

Şu küresel köyümüzde eğer bir Baltık analisti iseniz, özellikle küresel ısınma, çevresel güvenlik, buzulların erimesi filan gibi alanlarda uzman olmanız beklenir. Ama Ortadoğu uzmanı, analisti iseniz, İslamcı hareketler, terörle mücadele, istihbarat gibi alanlarda uzman olduğunuz, biraz da toptan tüfekten anladığınız varsayılır. Coğrafyanın kaderi, diyelim. Bu alandaki bildikleri ve öngörebildikleri ile kıymetlidir bu uzmanlar. Ancak tarih bazen bu uzmanların bildikleriyle, öngördükleriyle değil, bilemedikleri, öngöremedikleri, hatta hepten şaştıklarıyla daha öğretici(!) olabildiklerini göstermesiyle de bilinir.

Reuel Marc Gerecht, bu dediğime iyi bir örnek teşkil ettiğini düşündüğüm Amerikalı bir yazar ve Ortadoğu uzmanı. Washington merkezli "Foundation for Defense of Democracies" (FDD) isimli think-tank kuruluşunun da kıdemli analistleri arasında yer alan Reuel Marc Gerecht, ABD’nin müdahaleci, "şahin" dış politikasının en büyük destekçilerinden de biri olagelmiş bir isim. Gerecht’i 26 Kasım 2002 tarihli New York Times gazetesinde kaleme aldığı "Irak Savaşı Ortadoğu’yu İstikrarsızlığa İtmeyecek" (An Iraq War Won’t Destabilize the Mideast) başlığını taşıyan analizinden hatırlayanlar vardır belki. Onun II. Körfez Savaşı’nın öncesinde kaleme aldığı bu yazı, bugün "kamuoyu algıları nasıl istenen doğrultuda ve yanlış biçimde şekillendirilebilir" ve "bir coğrafya analizler yoluyla nasıl istikrarsızlaştırılabilir" vb. açılardan çok öğretici(!) mesela.

ABD’nin Irak’a askeri müdahalesini savunan Ortadoğu uzmanımız, bunun olası olumsuz sonuçlarından endişe duyan kamuoyuna, söz konusu yazısında, "Merak etmeyin, Irak’a saldırı Ortadoğu’da bir sarsıntıya yol açmaz. Bölgeye istikrarsızlık getirmez. Ben uzmanım, oradan biliyorum" mealinde teskin edici mesajlar vermiş, dahası böyle bir müdahalenin "en heyecan verici sonucunun Irak’ta demokrasinin önünü açması" olabileceğini dile getirmiş bir uzmandır.

Yani, bu ve benzer bir sürü analizde vurgulandığı gibi, özgür dünyayı vuracak kitle imha silahlarına sahip olduğu iddia edilen Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’a müdahale edilerek hem o ülkeye demokrasi getirilecek hem de dünya artık daha güvenli bir yer olacaktı. Ayrıca kimsenin endişesi olmasındı, böyle bir müdahalenin ardından istikrarsızlık filan gelmezdi

Oysa bir yalan üzerinde kurgulanan 2003 Irak Savaşı, bugün artık çok iyi bildiğimiz gibi, bölgeyi yıllar sürecek derin bir istikrarsızlığa itmekle kalmadı, bugün adeta "Ay vurduk ama hala ölmedi galiba" deyişiyle anılan IŞİD isimli bir melanetin de kapısını araladı.

Tabii feci bir faturası da oldu o savaşın: Amerikan askerleri 2011 Aralık’ında Irak’tan tamamen çekildiğinde, 3 milyondan fazla Iraklı yerinden yurdundan edilmiş, 800 bin Iraklı (asker ve sivil) ile 4 bin 500’e yakın Amerikan askeri hayatını kaybetmişti. Daha da acısı, o askerler arkalarında yakılmış yıkılmış, elektrik ve su şebekeleri imha edilmiş şehirler bırakıyor, ülkenin güvenliği lağvedilmiş bir ordu ile kendi emniyetini dahi sağlayamayacak bir polis teşkilatına emanet ediliyordu. Ve üstüne üstlük Kasım 2012’de gerçekleştirilen Başkanlık seçimlerinden üç ay öncesinde kaleme alınan bir belgeden de anlaşıldığı üzere, ABD askerlerinin çekilmesi akabinde ortaya çıkan vakumu doldurmak üzere Irak topraklarına tüm Arap coğrafyasından büyük bir cihatçı akını başlayacağını ve ilerde IŞİD adını alacak bir örgütün bu bölgede "halifeliğini" ilan edeceğini Washington’un gayet iyi bildiğini de sonradan öğrenecektik. Öyle komplo teorileriyle filan değil, ABD Savunma ve Dışişleri Bakanlığı’nın resmi belgeleri sayesinde.

Bugün "Sizi temin ederim ki, Irak Savaşı Ortadoğu’yu istikrarsızlığa itmez" şeklindeki analizlerin üzerinden 17 yıl geçti. Böylesi yazıları kimse hatırlamıyor bile. Ancak tarihin mezarlığındaki "kimsesiz analizler" seksiyonuna gömülü olmaları o analizlerin "başarısız" olduğu anlamına gelmiyor. Onlar ihtiyaç duyulan zamanda uluslararası topluma kuyruklu bir yalan anlatarak misyonlarını yerine getirdiler.

Aslında kimsenin hakikate, Irak’ta gerçekten kitle imha silahı var mı yok mu, bilmeye ihtiyacı yoktu. Yoksa bu ihtiyaç kendini "hür dünyada" kabul ettirebilmiş olsa, 1997'de kimyasal silahları tespit etme ve yok etme amacıyla kurulmuş hükümetler arası bir örgüt olan Kimyasal Silahların Yasaklanması Teşkilatı’nın (OPCW) müfettişleri yapacakları denetimlerle gerçeklerin aydınlatılmasını sağlayabilirlerdi. Ama "analizler" yoluyla kamuoyu oluşturmak varken, kim uğraşacaktı denetimle, teftişle… 

Hatta, o analizler de yeterli görülmemiş, o tarihlerde, "denetimlerimizle gerçeğin ortaya çıkmasını sağlayabiliriz" diyen, bu nedenle de herkesin "Irak işgalini önleyebilecek adam" olarak gördüğü OPCW’nin ilk başkanı Jose Bustani, ABD’nin eliyle Mart 2002'de beklenmedik bir şekilde görevinden alınmıştı. Görev süresi dolmadan tabii ki. BBC, 2003’te "Irak işgalini önleyebilecek adam" olarak görülen Jose Bustani ile 15 yıl sonra bir mülakat yaptığında, Brezilyalı diplomat şöyle konuşacaktı: "Eğer OPCW denetçileri Irak'a girebilseydi, kimyasal silah bulamayacaklardı ve işgalin gerekçesi zayıflayacaktı. Amerikalılar Irak'ı işgal etmek istiyordu ve bu denetim onların çıkarlarına ters düşüyordu."

Evet, o IŞİD gökten zembille inmedi Ortadoğu coğrafyasına… 2014 yılında IŞİD Irak Ordusu’nu yenilgiye uğratarak Felluce ve Ramadi’nin yanı sıra zengin petrol yataklarına sahip Musul’u da ele geçirdiyse, bu Irak merkezi hükümet güçleri herhangi bir güçle başa çıkma imkân ve kabiliyetinden yoksun bırakıldıkları ve biraz da böyle istendiği içindi.

Tabii, Irak Savaşı’nın ardından benzer "heyecan verici" analizleri ve hamleleri Suriye Savaşı’nda da gördük, görüyoruz. Hatta bugünlerde İran’a, Lübnan’a yönelik olası müdahaleler nasıl güzel, "heyecan verici" sonuçlar üretebilir, onları konuşan bir sürü "analist" olduğunu görüyoruz.

Hatırlayalım… Suriye Savaşı’nın Türkiye’yi de ihtilafın içine dahil eden en kritik perdesi 2013 yılı yaz aylarında bir "kimyasal silah saldırısı" yalanının ardından açılmıştı. Hatırlarsanız, "Rejim başkent Şam’ın tarım bölgesiDoğu Guta’da sarin gazı içeren roketlerle sivilleri öldürdü" haberinin servis edilmesinin ardından, Başbakan Ahmet Davutoğlu olayın gerçek olup olmadığını sorgulamaya ihtiyaç duymadan "Esed’i" düşman ilan etmişti. Bu gelişmenin hemen akabinde Suriye’ye dünyanın her yerinden Selefi cihatçı akını gerçekleşmiş, onların çekirdeğini oluşturduğu örgütlere özellikle Körfez monarşilerinden silah ve mühimmat akmaya başlamıştı. Biri bu cihatçıları donatmış, diğeri eğitmiş, öbürü cebine harçlık ve aş vermişti! O kimyasal silah saldırısının bir yalan olduğu, olayın El Nusracıların depo olarak kullandığı bir tünelde bulunan silahların patlaması sonucu meydana geldiği anlaşılacaktı. Tabii Suriye kan gölüne boğulduktan ve birçok yerde Alevilere yönelik katliamlar hızlandıktan sonra. Tabii bu arada olan olmuş, istenen zarar çoktan verilmişti. 

2018 yılının 7 Nisan tarihinde "Suriye rejiminin yeni bir kimyasal silah saldırısı" şeklinde yeni bir iddia daha ortaya atıldı. ABD önderliğindeki uluslararası koalisyona bağlı güçler olayın hemen akabinde gelişmeyi "Esed kimyasal silah saldırısı yaptı" şeklinde değerlendirmiş ve bu ülkeyi "misilleme" amaçlı olarak 100’ün üzerinde seyir füzesi ile vurarak cezalandırmıştı. OPCW mensubu sekiz bilim adamını taşıyan uçak olay mahallinde keşif ve araştırma yapmak üzere Suriye topraklarına inmeden bir gün önce!

Geçen hafta bu son iddianın nasıl gerçekmiş gibi sunulmaya çalışıldığın ve nihayetinde bu yalanın nasıl çöktüğünü aktarmıştım. Zira, bizzat OPCW uzmanı bilim insanları, Şam rejiminin sorumlu tutulduğu kimyasal silah saldırısının yalan olduğunu, ancak çalıştıkları kurumlarının gerçeklerin üzerini örten raporlarla bu yalana bilerek alet olduğunu ortaya çıkarmıştı. İngiliz The Mail on Sunday gazetesinin deneyimli yazarlarından Peter Hitchens da bu bilim insanları ile temasa geçerek uzmanların bulgularının üzerinin OPCW yönetimince nasıl hasıraltı edildiğini ayrıntılı bir şekilde okurlarına iletmişti.

Hitchens bu gazetecilik başarısının ardından övgü görmeyi beklerken kimi çevrelerden öylesine organize bir saldırı ile karşılaştı ki, en nihayet, "Spectator USA" dergisinde 29 Kasım 2019 tarihinde "In Defense of Journalism" başlıklı bir yazı kaleme alarak, tarihe geçecek bir hakikat, etik ve gazetecilik dersi verdi.

Ancak hakikat kimi istisnai örneklerin dışında pek kimsenin peşinde olduğu bir şey değil galiba. Nitekim, geçtiğimiz hafta sonu dünyanın önde gelen haber dergilerinden Newsweek’ta görev yapan Tarık Haddad isimli bir gazetecinin son OPCW skandalı hakkında yaptığı bir haberin hiçbir geçerli sebep ileri sürülmeksizin yayına verilmemesi üzerine istifa etmek zorunda kaldığını öğrendik. Haddad, kendi twitter hesabından yaptığı açıklamada, önce konuya ilişkin topladığı bilgileri Newsweek dışında başka bir yerde olduğu gibi yayınlayacağını belirtti. Ancak daha sonra dergi yönetiminden bir elektronik posta mesajı aldığını, bu mesajda sözleşmesinde yazılı hükümlerden hareketle yasal yollara başvurmakla tehdit edildiğini, bu nedenle konu hakkında hukuki danışmanlık aldıktan sonra atacağı adıma karar vereceğini ifade eden başka bir tweet atmak zorunda kaldı.

Kısacası, artık ikna oldum; bir gün yeni bir dünya savaşı patlak verecekse, büyük olasılıkla organize bir yalanın ardından, belki de bir kimyasal silah saldırısı tiyatrosunu temel alan bir haber fabrikasyonunun ardından patlak verecek. Kıyamet, "Falanca, filan yerde kimyasal silah katliamı yaptı" şeklinde atılan manşetlerin ardından kopacak!

Gerçek belki bir gün, bir kez daha ortaya çıkacak. Ama tabii, "Bad-el harâb-ül Basra…" Yani "Basra harap olduktan sonra…"


Twitter: @akdoganozkan

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"