Suriye’nin kuzeyinde geçen Çarşamba gününden itibaren olup bitenlere sakin kafayla bakmaya çalışıyorum. Suriye Arap Ordusu Halep’e yönelik saldırıyla çökmüş bir izlenim verirken ülkenin kuzeyinde sabitlenmesi yıllar almış ve epeydir milim oynamayan sınırlar saatler içinde dağılmış bir izlenim veriyor. HTŞ önderliğindeki cihatçı güçlerin ilerleyişi karşısında hükümet kuvvetlerinin şaşırtıcı dağılmışlığı ile bölgede yeni bir denge durumu oluşmuş gibi görünse de kanımca Suriye’de olacakların daha peşrev fasıllarındayız. Gelişmeler, an itibarıyla HTŞ ve Ankara destekli “rejim muhalifi” denilen cihatçı grupların kontrolündeymiş gibi görünse de ilerleyen evrelerde neler olacağı ve ateşin nerelere sıçrayacağı bir muammadan ibaret olduğu gibi bugün cami çıkışlarında tatlı dağıtanlar için hazımsızlık yaratacak sonuçlar üretmeye de aday.
Yarını iyi okuyabilmek için dünü iyi anlamamız gerektiğini sıklıkla dile getiririm bu köşede. Şimdi yine bu yönde bir okuma yaparak geçmişe gidip gidip gelelim ve bugün olanları anlamaya çalışarak aceleci hükümlerden kaçınarak bazı çıkarsamalarda bulunalım.
BİR) Suriye’de Tel Rıfat ve komşusu Mare merkezli bir silahlı yapılanma olan Liva el Tevhid (ÖSO), 2012 yılında Tel Rıfat üzerinden Halep şehir merkezine girmiş ve şehrin yarısı Şam yönetiminin “terörist” olarak kabul ettiği bu isyancı güçlerin denetimine geçmişti. Halep’e girişin fitili 12 yıl sonra bu kez İdlib’ten ateşlenmiş görünüyor. Heyet Tahrir’uş Şam (HTŞ) Grubu önderliğindeki “El Fetih el Mübin” operasyon odasına bağlı silahlı güçler ile Ankara’ya yakın duran Suriye Milli Ordusu öncülüğündeki “Fecr el Hürriyet” operasyon odasına bağlı güçler, hükümet birliklerinin kontrolünde bulunan Halep’e batıdan girerek ve Suriye’nin ticari kalbi olarak da görülen kentin büyük bölümüne çok büyük bir direnişle karşılaşmadan hâkim olarak dengeleri değiştirmiş görünüyorlar. Önce bu görünenin altını çizelim.
İKİ) En az Halep’in el değiştirmesi kadar önemli olan gelişme, yaklaşık 450 kilometre uzunluğunda olan ve ülkenin nüfus açısından dört büyük kenti Şam, Humus, Hama ve Halep’i birbirine bağlayan, ülkenin can damarı sayılabilecek M5 karayolunun da önemlice bir kesiminin cihatçıların eline geçmiş olması. Savaş öncesi günde 25 milyon dolara yakın ticaretin gerçekleşmesinde büyük rol oynayan M5 kara yolunda Şam hükümet kuvvetlerinin kontrolünü yitirmesi, sadece ticari açıdan değil askeri ve siyasi açıdan da önemli bir gelişme. Zira, Lübnan’daki çatışmalarda yaklaşık 3 bin 500 civarında mensubunu kaybeden Hizbullah için böyle bir gelişme, Tahran – Bağdat -Şam -Beyrut ikmal hattının kesilmesi ve kendisini insan gücüyle tazeleyip silah ve mühimmatla takviye edebilmesinin önünün alınmış olması anlamına geliyor. Fitili 2011 yılında Körfez monarşileri ile NATO’nun para ve silah desteğiyle ateşlenmiş Suriye Savaşı’nda cihatçı güçler tarafından daha önce de ele geçirilen M5 karayolu üzerinde Suriye ordu birlikleri hakimiyeti ancak 2020 yılı Şubat ayında, Ma’arretünnu’mân ile Serakip ilçe merkezlerini ve civarlarındaki onlarca yerleşimi kurtardıktan sonra, yani sekiz yılın ardından sağlayabilmişlerdi. Bir anlamda Suriye’nin atardamarları ancak o tarihten sonra ülkeye yeniden kan pompalamaya başlayabilmişti. Bugün M5’in yeniden cihatçıların kontrolüne geçmesi, Suriye’nin meşru hükümetine olduğu kadar Filistin davasına da silahlı destek vermiş Lübnan’daki Direniş güçlerinin zayıflatılması ve İran’ın Akdeniz’e uzanan uzuvlarının belirli ölçülerde yalıtılması sonucunu üretecek.
ÜÇ) Rusya ve Şii milislerin desteğindeki Suriye Arap Ordusu, cihatçıların 2012’de denetimi sağladığı Halep’te kontrolü ancak 2016’da ve o da 5 hafta süren kapsamlı ve şiddetli bir taarruz ile sağlayabilmişlerdi. Kentin büyük bölümünün geçen hafta sadece saatler içinde el değiştirdiğine tanık olmamız bu açıdan şaşırtıcı. Gelişmelerin ardında, Ankara’nın cihatçı güçlere ilerlemeleri için “yeşil ışık” yakmış olmasının yanı sıra Moskova’nın da Suriye Arap Ordusu birliklerine çatışmadan cihatçı güçlerin önünden çekilmeleri talimatını verme ihtimallerinin doğruluklarını kabul etsek dahi, bu kadar hızlı bir ilerlemeyi sanırım kimse beklemiyordu. Gelişmenin en çok da Tahran’da şok etkisi yarattığını İran Dışişleri’ndeki hareketlilikten görebiliyoruz. Bütün bu gelişmelerin ardında, Ankara’nın (İsrail ölçüsünde olmasa da) rahatsızlık duyduğu İran’ın Suriye’deki nüfuzunu kontrol edebilmeye mahir olduğunu Washington’a gösterme ve ABD yönetimiyle Suriye sahasında ortaklaşa çalışabileceklerinin sinyallerini verme çabası da olabilir mi? Olabilir. Ama böyle dahi olsa, gelişmelerin bundan sonra nasıl seyredeceğini hele de yüzde 100 isabetle tahmin edebilmemiz şu aşamada mümkün değil. Ancak Ankara – Tahran ilişkilerinin limonileşip gerilme anlamında vites yükseltebileceğini söylemek yanlış olmayacaktır sanırım.
DÖRT) Suriye Savaşı’nda daha önce Golan Tepeleri’ni tutmuş El Kaide türevi gruplara Şam yönetimine karşı verdikleri savaşta silah yardımı yaptıklarını saklama gereği duymayan İsrail yönetimi, bir zamanlar Dera’ya kadar inmiş olan bu cihatçıların yeniden söz konusu bölgelerde hakimiyet kurmasından sanırım en çok mutlu olan aktördür. (Washington yönetiminin eski ulusal güvenlik danışmanı Jake Sullivan’ın 12 Şubat 2012’de dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a gönderdiği ve “Suriye’de El Kaide bizim safımızda” dediği, neticede bizim de Wikileaks belgeleri sayesinde öğrendiğimiz elektronik postanın işaret ettiği şekilde ABD yönetiminin yaşamış olduğu mutluluğu saymıyorum tabii.) İran bağlantılı güçleri işgal altında tuttuğu Golan hattından uzak tutmaya çalışan İsrail ordu birliklerinin hazır cihatçılar yeniden Dera’ya kadar inmişken, önümüzdeki dönemde Suriye’nin de güneyini işgal ettiğine tanık olursak kimse şaşırmasın.
BEŞ) İsrail için Suriye meselesi stratejik Golan hattıyla sınırlı değil. Onun Suriye’ye yönelik temel hedefi, İran’ın bu ülke genelindeki stratejik askeri varlığını sonlandırmak. Bunun için de Tel Aviv yönetimi, Tahran’ın bu ülkede askeri altyapı inşa faaliyetlerine girişmesine ve Şam yönetimi ile askeri işbirliği içinde hareket eden güçlerin artan varlığına şiddete başvurarak son vermek yönünde gayret gösterdi hep. Bu amaçla da 2017'nin sonlarından itibaren Suriye'deki İran mevcudiyetini giderek artan bir yoğunlukla hedef aldı İsrail. Hatta bu yılın Nisan ayında işi, Suriye'nin başkenti Şam’daki İran konsolosluk binasını vurmaya kadar götürdü. Bu saldırıda aralarında İran Devrim Muhafızları Kudüs Gücü'nde üst düzey komutan olan Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahedi'nin de olduğu en az 8 kişi hayatını kaybediyordu. İsrail -İran arasındaki gerilimde misillemelerle yaşanan tırmanış sarmalının hangi noktalara vardığını özellikle geçen Ekim ayında gördük. Tahran’ın Tel Aviv saldırılarına ölçülü karşılıklar vermesi, gerilimi çok tırmandırmadan itidalli misillemeler içinde olması, İsrail’i kendisiyle ABD’nin de dahil olacağı doğrudan bir savaşın içine çekmek için yanıp tutuşan Netanyahu’ya aradığı topyekûn savaş gerekçesini veremiyordu ama bir türlü.
İsrail, şu noktada M5 hattının cihatçıların eline geçmesiyle Lübnan üzerinden Hizbullah desteği alamayacak olan Suriye’nin yardımına Irak ordusunun bir parçası olan Şii Haşdi Şabi güçlerinin geleceğini bilmiyor olamaz. Haşdi Şabi (HSG) olarak da bilinen -ve ABD ile İsrail tarafından İran destekli olmakla suçlanan- Irak Halk Seferberlik Güçleri, 2017 yılı kasım ayında Suriye sınırındaki el Kaim’e girerek şehri ve sınır kapısını IŞİD’in elinden almış ve bu şekilde örgütün 2014’te Musul’da ilan ettiği “İslam halifeliğinin” bu ülkedeki son kalesini düşürmüştü. O tarihlerde yine bu köşede yazdığım üzere, gelişmeyi “IŞİD’in mezarına Irak’taki son çivi çakılmış oldu” şeklinde okuyan epeyce siyasi gözlemci vardı. YPG’nin asli unsuru olduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) bu noktaya Haşdi Şabi’den önce ulaştırmak için özel çaba sarf eden ama bundan başarılı olamayan ABD (ve İsrail) için bu durum, Fırat havzasında yaşadığı en tatsız finallerden biri olmuştu. Zira, Suriye İran ile ikmal hattını yeniden ayağa kaldırmış oluyordu. SDG üzerinden bölgeye takviye yapan ABD, bu şekilde hem İran yanlısı milisleri bölgeden atmak hem de İran’ın El Kaim sınır kapısı üzerinden Suriye’deki ve Lübnan’daki müttefiklerine yeniden sevkiyat yapar hale gelmesine engel olmak istemişse de bunda başarılı olamıyordu. Özetle, Haşdi Şabi, 2026’da Irak’tan çekileceği ifade edilen, Suriye’nin kuzeyinden de tamamen çekilme ihtimali beliren ABD askeri varlığının yokluğunda Netanyahu’nun bu bölgede görmek istemeyeceği bir diğer askeri varlık idi. İsrail Haşdi Şabi’yi Sünni cihatçılara “yem etmek” üzere sahaya çağıran bir oldubittinin kurgulayıcılarından biri olarak, şu an “tarlanın başkalarınca sürülmesini” zevkle izlerken “hasat alacağı” uygun zamanı ellerini oğuşturarak bekliyordur muhtemelen.
ALTI) MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Öcalan’a yönelik “Gel Meclis’te konuşup silah bıraktır” çağrısının akabinde, yine bu köşede kaleme aldığım “Yaklaşan Bir Yeni Sürecin tarihi Kodları” başlıkla yazımda, yeni ABD Başkanı’nın görev döneminde “İran’ı doğrudan hedef tahtasına oturtacağı düşünülen Beyaz Saray ile olası işbirliği senaryoları için - elindeki tüm kozlarla şartlarını müzakere etmeye hazır, ön alıcı bir pozisyon peşinde, hatta amiyane tabiriyle- ‘bedelini belirlemiş” bir Ankara söz konusu,” demiştim. Zira, Ankara ABD nezdinde “eligible partner” olabileceğini kanıtlamak üzere kendi Kürtleriyle Washington’un da arzuladığı barışı sergileyecek iradeye sahip olduğunu, hatta bu amaçla örgütün cezaevindeki liderine Meclis’ten (militanlarına silah bıraktırmayı hedefleyen) bir konuşma yaptırmaya hazır olduğunu göstermek istemiş olabilirdi. Böyle bir ihtimal olabilirdi. Zira, orada da altını çizdiğim üzere, İsrail /Washington ortaklığı İran’ı hedefe koyacaksa, önce Tahran’ın Bağdat – Halep – Şam üzerinden Akdeniz’e ulaşmasını engellemek, İran’ın bölgedeki nüfuzunu kırmak, en azından Şii grupları bölgede izole etmek isteyecekti:
“ABD İran’ı fiziksel olarak tecrit etmek için girişeceği operasyonlarda YPG/YPJ gibi Kürt grupların ağırlıkta olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) bölgede rahat hareket edebilmesine ihtiyaç duyacak. 100 bin kişilik bir orduya sahip olduğu söylenen SDG’nin bölgenin hem kuzeyinde hem güneyinde TSK’nın engellemelerine takılmadan rahatça hareket edebilmesine, Şii milis güçlerine karşı etkin olmasına, hatta belki PJAK sahasına transferine ihtiyaç duyacak. Ancak bunun için de Ankara’nın SDG ile, yani Suriye PKK’sı olarak gördüğü gruplarla bir tür barış/çatışmasızlık içinde pozisyon alabiliyor olması, onlar üzerindeki baskıyı kaldırması gerekiyor. Yani, Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik sınıra sahip Ankara, İran’ın yalıtılmasına giden yolda Washington’un kendisine büyük ihtiyaç duyacağını düşünüyor.”
“Tahran’ın bölgedeki artan nüfuzundan epeydir rahatsız olan” Ankara’nın “Başarılı olursak Washington’u arzuladığımız şartlarda işbirliğine ikna ederiz, başarısız olursak en azından bölgede kıyamet kopmadan fırtınayı az hasarla atlatacak ölçüde içeriyi tahkim etmiş olarak yola diğer seçeneklerle devam ederiz, onu da yapamıyorsak havucu neyle ikame edeceğimizi biliyoruz” diye düşünmüş olması muhtemeldi.
Kim ne düşünürse düşünsün, bugün geldiğimiz noktada, Suriye sahasının çok sayıda aktör tarafından yeniden düşmanlık tohumlarıyla sürüldüğünü, yani yeni bir “oyun kurulduğunu” görüyoruz. Yine de tarihin her zaman gösterdiği gibi, masada planlananların sahada olacakların hiçbir zaman garantisi olamayacağını da hatırlayalım.
YEDİ) İsrail ordu birlikleri Lübnan’a girdiğinde İdlib’te coşkulu kutlama yapan bir grup cihatçının kentte tatlı dağıttığını yazmıştı bazı haber kaynakları. Geçen cumartesi akşamı da Fatih Camii avlusunda bir grubun, HTŞ liderliğindeki cihatçıların Halep’e girmesi vesilesiyle tatlı dağıttığını öğrendik. Bu gruplar İsrail güçleri yarın Suriye’yi işgal etmeye kalksa muhtemelen bizi Starbucks’ta kahve içenleri protesto etmeye dahi çağırma ihtiyacı duymadan yine tatlı dağıtmaya devam edecekler. Ama, bu işin sonu “hiç tatlı” görünmüyor. Hatta olası bir Şam Baba tatlısını kim, nerede, kime, niçin dağıtacak, hiç belli değil!
Başından beri inandığım bir şey var: Suriye ile 911 km, Irak (ya da Irak Kürdistan Bölgesel yönetimi) ile 378 km ve İran ile de 534 km’lik sınırlarımızın barış ile tahkim edilmesi, Suriye, Irak, İran ve Türkiye’nin barışçıl bir paydada bir pakt oluşturabilmesi lazım. Bugün sanki öyle bir barışa bir hafta öncesine nazaran biraz daha uzağız. Ama en uzak olacağımız noktaya da sanırım daha gelmedik!