04 Kasım 2019

El Kaide’nin Suriye serüveni ve Bağdadi’nin ölümü

Heyet Tahrir’uş Şam ve Hurrâseddin; Suriye savaşının seyri içinde hangi değişimlerden geçtiler, bugün hangi noktaya geldiler...

Geçtiğimiz günlerde Amerikan Özel Kuvvetler timince düzenlenen bir operasyonla öldürülen IŞİD lideri Ebu Bekir el Bağdadi’nin İdlib bölgesini üs tutmuş silahlı muhalif güçlerden Heyet Tahrir’uş Şam’ın (HTŞ) hasmı, Tanzim Hurrâseddin (HaD) örgütünün ise dostu olduğu son günlerde pek çok yerde dile getirilir oldu. Hatta HTŞ’nin uzun süredir Bağdadi’nin peşinde olduğunu, Hurrâseddin’in ise IŞİD liderini ölümüne kadar kollayıp kanat gerdiğini söyleyenler var. Geçtiğimiz haftaki yazımda da belirttiğim üzere, IŞİD’in eski bürolarında ele geçen muhasebe kayıtlardan hareketle, Bağdadi’nin Hurrâseddin’e kendisini koruması için 67 bin dolar ödemiş olabileceğini ileri süren gazeteciler, uzmanlar bile var.

Toptancı bir yaklaşımla, çoğu kez “yok aslında birbirlerinden farkları” diyerek “cihatçı” sıfatıyla anmakla yetindiğimiz bu örgütlerin arasında yer yer kanla çizilmiş görüş ayrılıkları da, bir “vekalet harbi” niteliği taşıyan Suriye Savaşı’nda olup bitenleri iyi anlamak isteyenler için önemli. Hele de Bağdadi’nin ölümüne giden süreçte bu iki yapıya özellikle birbirleriyle ilişkisi içinde bakmak İdlib bölgesinde yaşanmış ve yaşanacak olan pek çok gelişmeyi daha iyi kavramamıza da olanak verecektir.

Ben bu yazıda biraz bunu yapmak ve basının çoğu kez “ılımlı” ya da “radikal” gibi sıfatlarla birbirinden ayırmayı tercih ettiği bu gruplardan en azından ikisinin Suriye Savaşı’nın seyri içinde hangi değişimlerden geçtiklerini ve bugün hangi noktaya geldiklerini anlamaya çalışmak niyetindeyim:

Başlangıçta El Kaide vardı

Aslında HTŞ ile Hurrâseddin örgütlerinin geçmişi Suriye El Kaidesi olarak da tanımlanan Selefi cihatçı yapılanma El Nusra Cephesi’ne dayanıyor. Suriye’deki savaşın başlamasından bir yıl sonra sahada varlık göstermeye başlayan Nusra Cephesi, 2012 yılının 22 Ocak tarihinde Ebu Muhammed el Cevlâni tarafından ülkede İslami temelde bir devlet tesis etme muradıyla kurulmuştu. Kendisine isim olarak, “Şam Halkını Korumak için Nusret [Yardım] Cephesi”ni (Cebhetu’l-Nusra li ehli’ş-Şam min Mucahidi’ş-Şam fi Saha’til-Cihad) seçen örgütün o tarihteki karargâhı, Suriye’nin doğusundaki Deyrizor bölgesindeydi.

Örgütün IŞİD (ya da o zamanki haliyle sadece “Irak İslam Devleti”) ile herhangi bir husumeti de yoktu. Hatta tam tersi, 5-10 bin civarında mensubu bulunan bu yapılanma Irak İslam Devleti lideri Ebu Bekir el Bağdadi’nin talimatıyla kurulmuştu.

Ancak el Nusra Cephesi, Suriye devriminin yerel ilkelerini taşımadığı gerekçesiyle bir türlü muhalif gruplar arasında arzuladığı konuma gelememiş ve bu nedenle siyasi ömrünün seyri içinde birkaç kez kimlik değiştirme/yenileme yoluna gitmiştir. Bu yenilenmelerin yakın bir tarihe kadar da başaralı olamaması ve liderliğin tercihlerinin fazlaca pragmatizm içermeye başlaması üzerine, örgüt içinde El Kaide geleneğine yakın gruplar 2017 yılının sonlarında HTŞ’den ayrılarak yeni bir oluşum çabası içine girmişler ve 2018 yılı Şubat ayında Tanzim Hurrâseddin örgütünü kurmuşlardır. Ancak bu örgüt te geçen 1,5 yıl içinde beklentisi içinde oldukları “Suriye Devrimi”ni ilerletme ya da Şam Yönetimi’ni istikrarsız hale getirme bahsinde çok da başarılı olmamıştır.

Öte yandan, IŞİD’in “teknik takibini” örgütün Musul yenilgisi sonrası da bırakmayan ABD, bir yandan Hurrâseddin’in küresel ölçekte cihat fikrini kovalamayı bırakmamış örgüt karakterine bakmış, bir yandan da bu örgütün IŞİD ile yapacağı gizli ittifakla bile Fırat’ın batısında Şam Yönetimi’ni istikrarsız hale getirmede marjinal bir noktada oluşuna bakmış, bu nedenle cihatçıların (HTŞ gibi) güçlü ve belki de manipüle de edilebilir tek bir yapıda konsolide olması gerektiğini de düşündüğü için bu örgüte  dolaylı destek vermenin daha uygun olacağı sonucuna varmıştır. Washington bu çerçevede El Kaide geleneğinin asli temsilcisi olan ve Batı’da eylemlere hazırlandığını iddia ettiği Hurrâseddin’i zayıflatmak, liderlerini çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırmak yoluna gitmiştir. Son olarak da, Suriye’den çekilme kararını uygulamaya geçirişinden kısa bir süre sonra, bu örgütün koruması altında olduğu söylenen IŞİD lideri Bağdadi’yi öldürerek, Suriye’ye (kısa bir süre için!) bir kahraman edasıyla veda etmiştir.

Şimdi yukarıda bir çırpıda özetlediğimiz bu gelişmelerin arka planında neler yaşandı, geriye dönüp, el Kaide yapılanmasının Suriye’deki ilk dönemlerine ışık tutarak, o günlerden adım adım bugünlere gelmeye bakalım:

El Nusra, IŞİD’den nasıl koptu?

El Nusra’nın ilk zamanlardaki en büyük destekçisi Katar oldu. 2010-2015 arasında el Nusra’ya medya desteği vermekle yetinmeyip -Sky News Arabia’ya göre- 64,2 milyon dolar civarında fon aktaran Katar, örgüt tarafından Şam’ın kuzeydoğusundaki Ma’lume kasabasından kaçırılarak 3 ay boyunca rehin tutulan 13 Hıristiyan rahibe ile 3 yardımcının yanı sıra Antakya’da kaçırılan bir Amerikalı yazarın salıverilmesi için 2014 yılında 46 milyon dolar fidye ödemişti.

Ancak El Nusra ile Irak bölgesinde aldığı gücü Suriye’de daha derine taşımaya çalışan IŞİD (daha doğrusu, o zaman ki adıyla sadece “Irak İslam Devleti”) arasında daha ilk yıllarda bir ihtilaf hasıl olacaktı. 13 Nisan 2013 tarihinde Bağdadi yaptığı ani bir açıklama ile, Nusra Cephesi’nin kendileri tarafından kurulduğunu duyurarak iki yapının artık tek bir çatı ve isim altında yollarına devam edeceğini “ilan edince” alarm zilleri çaldı. Bağdadi örgütün faaliyet alanını Suriye’ye doğru genişleteceğini duyuruyor ve yeni yapının adını “Devletü’l-İslamiyye fi’l- Irak ve’ş-Şam (Irak ve Şam İslam Devleti, IŞİD/DEAŞ) olarak açıklıyordu.

Canlı bomba saldırılarının azaltılması ve dini mekanların hedef alınmaması gibi konularda o tarihlerde Bağdadi’den biraz daha dikkatli olmaya gayret eden el Nusra’nın lideri, temel yaklaşımlara dair görüş ayrılıklarını da ileri sürerek, kendisini Bağdadi liderliğindeki örgütten bağımsız kılma yoluna girdi.

Bağdadi’nin El Nusra Cephesi’ni lağvedip IŞİD’e katılmaya çağırdığı örgüt lideri Cevlâni, bu çağrıyı reddedince, iki grup çatışmaya başladı. El Nusra bu çatışmalarda bir süre sonra bazı üslerini, silah depolarını ve maddi kaynaklarını yitirince karargâh olarak kullandığı Deyrizor’u terk etmek zorunda kalacaktı. Bunun üzerine batıya gelerek İdlib bölgesine yerleşen örgüt, buranın yanı sıra Hama’nın kuzeyinde, Halep’in batısında ve Doğu Guta gibi bölgelerde etkin oldu.

2016 yılının 28 Temmuz’unda adını Şam’ın Fethi Cephesi olarak değiştiren örgüt El Kaide’ye artık biat etmeyeceğini de duyuruyordu. Cevlâni, örgütün herhangi bir dış bağı olmayacağını, amaçlarının Suriye’deki İslamcı muhalifleri yakınlaştırmak olduğunu ifade etti. Ayrıca el-Kaide ile örgütsel bağların kopartılmasının ABD ve Rusya’nın bahanelerini engellemek için Suriye halkının isteği üzerine yapıldığını söyledi. Önemli bir şey daha söyleyecekti Cevlâni o günkü video mesajında. Ayrılık kararına ihtiyaç duymalarını anlayışla karşılayan el-Kaide’ye şükranlarını iletecekti. Zaten el Kaide lideri Zevahiri’nin yardımcısı Ahmed Hasan Ebu el Hayr aynı gün bir açıklama yapacak ve El Nusra’nın Kaide’den ayrılmak konusunda özgür olduğunu belirtecekti.

Şam’ın Fethi Cephesi, 2015-2017 arasında, İdlib merkezli bir yapılanma olarak faaliyet gösteren ve komşu Halep’te de tabanı olan Ceyşü’l Fetih (Fetih Ordusu) ittifakı içinde yer aldı.

Ceyşü’l Fetih, Suudi kökenli din adamı Abdullah Muhayşini tarafından Şam Yönetimi’ne karşı savaşan silahlı örgütler için bir çatı yapılanma olarak 24 Mart 2015’te kurulmuştu. IŞİD ve onunla bağlantılı gruplar dışındaki tüm cihatçı yapılara çatısı altında yer açan Ceyşü’l Fetih’in ayırt edici özelliklerinden biri de -IŞİD’den farklı olarak- bünyesinde Suriyeli olmayan, dünyanın farklı yerlerinden savaşmaya gelen mücahitlere pek yer vermemesiydi. Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından desteklenen bu yapı, ideolojik temelde bazı farklılıkları olsa da, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) isimli bir diğer çatı yapılanmayla işbirliği yapmaya da yatkındı.

HTŞ ve Hurrâseddin nasıl kuruldu?

2016’da kurulan Şam’ın Fethi Cephesi’nin Katar Emiri Şeyh Tamim bin Hamad es Sani’nin projesi olduğu öne sürülünce, Cevlani bir başka çıkmaz daha yaşayacaktı. Birleşmiş Milletler’in “terör örgütü listesinde” tuttuğu grup bu yaftalardan da kurtulabilme ve diğer grupları kendisine yaklaştırabilme umuduyla 28 Ocak 2017’de yeni bir hamle gerçekleştirerek yaklaşık 25 bin civarı cihatçının katılımıyla oluşturulduğu söylenen Heyet Tahrir’üş Şam’ı kurdu.

Kasım 2012’de Washington yönetimi tarafından “terörist” örgüt olarak ilan edilenö örgüt her yenileme girişiminde “artık El Kaide’ye biat etmiyoruz” dese de, ABD Dışişleri Bakanlığı gruba hep şüpheyle yaklaşacak, örgütün el Kaide bağlantılı olmayı bırakmadığını, isim değişiklikleri ile yaptığın temelde PR hamleleri olduğunu ileri sürecekti. Bu nedenle de Cevlâni hiçbir zaman Washington’dan doğrudan destek göremeyecekti. ABD Hazine Bakanlığı El Nusra Cephesi bağlantılı oldukları gerekçesiyle 23 Şubat 2017 tarihinde Ebu Culeybib olarak da bilinen İyad el Tubaysi ile Bessam el Hasri (Ebu Umar em Filistini) gibi örgüt ileri gelenlerine de yaptırım kararı alıyordu.

Heyet Tahrir’üş Şam örgütü, Şam’ın Fethi Cephesi’nin yanı sıra, Ensareddin Cephesi, Ceyş’ül Sünne, Liva el Hak ve Nureddin Zengi Hareketi gibi grupların birleşmesiyle oluşturulmuştu. Cevlâni, bu örgütün de el Kaide ile bağlantısı olmadığını etse de, Washington yönetimi, bu grubu da terörist kategorisine sokarak kara listeye aldı. Bu arada, HTŞ liderliğinin El Kaide’ye biatı reddetmesi örgüt içinde o gelenekten gelen bazı kıdemli isimlerin tadını kaçırıyordu. Zamanla örgüt içindeki görüş ayrılıkları ve çatlaklar iyice yüzeye çıktı. 2017 yılı Eylül ayından sonra örgütün geniş liderlik kadrosu içindeki bazı isimlere dönük olarak gerçekleşen suikastlar bu çatlakların oa derinleşmesine yol açıyordu.

Pragmatik liderlik tarzından da hoşlanmadıkları Cevlâni ile ihtilafa düşen muhalifler, HTŞ ile saflarını ayırarak 2018 yılının Şubat ayında Hurrâseddin isimli yeni bir örgüt kurdular. Ancak Hurrâseddin sadece o muhaliflerden oluşan bir blok değil; şu grupların bir araya gelmesinden müteşekkil bir yapı idi:

Ceyş’ul Melâhim, Ceyş’ul Sahil, Ceyş’ul Bâdiye, Sahil Seriyesi, Kabul Seriyesi, Guraba Seriyesi, Cund’ul Şeria, Bettar Ketibesi, Ebu Ubeyde ibn Cerrah Ketibesi, Guta ve Duma Seriyesi, Ebu Bekir Sıddık Ketibesi.

İdlib, Hama ve Lazkiye’de etkin olan bu grupların önemli bir kısmını, el-Kaide ile yaşanan ayrılıktan dolayı eski Nusra Cephesi’nden ve Heyet Tahrir’uş Şam’dan (HTŞ) ayrılan Kaide’ye yakın gruplar oluşturuyor. 

2018 Şubatından bu yana Suriye’de El Kaide yapılanmasını bu örgüte biat ettiğini açıklayan Hurrâseddin temsil ediyor. Bu örgütün Genel Emiri eski Nusra Cephesi’nin askeri komutanı -Faruk el Suri olarak da bilinen -Ebu Hammam el-Şami. Örgütün Şur’a Meclisi’nde ise Sami Ureydi, Ebu Culeybeb, Ebu Kassam, Ebu Hatice Ürdüni ve Ebu Abdurrahman el-Mekki gibi isimler bulunuyor.

Türk hükümetinin 17 Eylül 2018 tarihli Soçi mutabakatıyla taahhüt ettiği hususları yerine getirmek ve Gerginliği Azaltma Bölgeleri oluşturmak üzere TSK’yı bölgeye sokmasıyla birlikte bölgede Ankara’nın rolüne farklı bakan cihatçı örgütler arasındaki çekişmeler daha da yoğunlaştı. Yaşanan ilahlı çatışmalar sonucu epeyce kan döküldü. Ancak, nihayetinde gelinen noktada, HTŞ İdlib’in neredeyse yüzde 90-95’inde hâkimiyet tesis ederek öne çıkacaktı.

Hurrâseddin ile HTŞ arasındaki ilişkiler geriliyor

2019 yılı HTŞ ile Hurrâseddin arasındaki ilişkilerin iyice gerildiği bir yıl oldu. Bu arada HTŞ de homojen, tek sesli bir yapı değildi ve örgüt içinde “radikal” kanat hâlâ güçlüydü. Ankara’ya pek sıcak bakmayan “radikaller” ile onunla işbirliğine daha açık olan “ılımlılar” arasındaki çatlak pek küçük sayılmazdı.

Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi, İdlib bölgesindeki örgütler, 2018-2019 yıllarında Ankara’yı 2-3 yıl öncesine nazaran daha fazla önemser bir noktaya gelmişlerdi. Hatta Ankara’nın bölgedeki askeri operasyon planlarına doğrudan ya da dolaylı destek açıklayan epeyce grup vardı. Ancak bazı isim ve gruplar Ankara’ya arzuladığı desteği vermekten hep imtina ediyordu. Her durumda Ankara’ya bakış açısı cihatçı harekette çatlak yaratan en önemli hususlardan biri olarak öne çıkmaya başlamıştı. Özelikle de Recep Tayyip Erdoğan’ın 24 Haziran 2018 tarihli seçim zaferi bu yolda belirleyici bir kilometre taşı oldu. Selefi cihatçı gruplar arasında saygın bir isim olarak kabul edilen dini alimlerden Filistinli Ebu Kateda’nın, Telegram kanalından verdiği bir beyanatla Erdoğan’ın “solcular, laikler ve dinden nefret eden milliyetçiler gibi düşmanları karşısında elde ettiği zaferinden büyük bir memnuniyet duyduğunu” açıklaması Suriye sahasında çok önemli bir gelişme sayılırdı.

Bu arada Ebu Muhammed el Cevlâni’nin, Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna düzenlemeyi planladığı operasyonuna destek vereceğini açıklaması hem örgüt içi fikir ayrılıklarını hem de Hurrâseddin ile aradaki çatlağı biraz daha büyüten bir açıklama olarak kayda geçiyordu. Zira bu açıklamanın ardından, HTŞ’nin kıdemli dini alimleri içinde yer alan ve sertlik yanlısı “radikallerin” desteklediği Ebu el Yakzan el Mısrî, 1 Şubat 2019’da örgütten ayrıldığını açıkladı. 2013 yılında Suriye’ye geçtikten sonra, HTŞ içinde Asaib el Hamra (Kızıl Grup) adı verilen bir grubun liderliğini yaptığı söylenen Mısır kökenli Yakzan’ın muhacir/yabancı kökenli cihatçıları temel alan yeni bir oluşuma yönelebileceği söyleniyordu. Zira Yakzan yabancı savaşçıları her zaman önemseyen bir isim olmuştu. Yakzan daha 27 Temmuz 2018’de verdiği bir vaazında, çatışmasızlık bölgeleri oluşturulması yolunda, Türkiye’nin de bir parçası olduğu Astana Süreci gelişmelerine bakarak, “Bugün İdlib’in kıymetlerine bakın… Doğu Türkistan’dan, Özbekistan’dan, Tacikistan’dan, Avrupa’dan, Amerika’dan, Arap toprakları kadar Arpalara ait olmayan topraklardan gelmiş on binlerce mücahit var. Çocuklarını, yuvalarını, işlerini güçlerini bırakıp Allah yolunda şehit düşmek için geldi onlar,” diyor ve “bunlardan her kim ki, cesur şehitlerin kanıyla hürriyetine kavuşturduğumuz topraklarda silahlarını bırakır, Allah şahidimiz olsun ki, onları çarmıha gereriz,” şeklinde tehdit içeren ifadeler kullanmayı seçiyordu.

Aslında, HTŞ liderliği ideolojik çizgisi itibarıyla her ne kadar içinden geldiği el Nusra geleneğinden çok uzak bir noktada değilse de, sahadaki değişimlerin dayattığı pragmatik yaklaşımları önemseyen bir noktaya gelmesiyle ve kimi köşeli taraflarını yumuşatmayı bilmesiyle, o geleneğin soy savunucuları diyebileceğimiz isimlerden yavaş yavaş uzaklaşmakta olan bir görüntü de veriyordu. 

El Yakzan el Mısrî’nin istifasından dört gün sonra, bu kez El Kaide lideri Ayman el Zevahiri, yaptığı bir açıklamasında -adını açıkça vermese de- HTŞ örgütünü sert bir biçimde eleştirecekti.

El Mısri’nin örgütün liderlik çizgisine ve onun Ankara ile yakınlaşmasına yönelik yaptığı itirazlar daha 2018 yılı Eylül ayında hissedilmeye başlanmıştı. “HTŞ’nin İdlib’in kaderini belirleyecek bir savaşa hazırlandığını” ifade ettiği bir makalesinde El Mısrî,  Türkiye’nin fazlasıyla seküler, dinden çıkmış bir ülke olduğunu savunuyordu. El Mısrî, Ahrar’uş Şam ve Nureddin Zengî Hareketi gibi Türkiye ile yakın işbirliği yapan cihatçı örgütleri de sertçe eleştiren bir isim olmuştu.

Barış Pınarı Operasyonu’na olumsuz yaklaşım

El Mısrî, 30 Aralık 2018’de yaptığı bir açıklamasında ise, Fırat’ın doğusunda girişilecek savaşın neticede, “seküler bir ordu ile seküler ve ateist bir taraf arasında yaşanacağını, Türk ve Kürt milliyetçileri arasındaki uzun mücadelede sadece bir bölüm teşkil edeceğini ve İslam’ın, Allah’ın kelamının bu mücadelede yeri olmayacağını” savunuyordu.

Mısırlı ilahiyatçının 1 Şubat 2019 tarihli istifasına HTŞ içinden beklenen cevap, örgütün bir başka kıdemli ilahiyatçısı olan El Zübeyr el Gazi’den geldi. El Gazi, “iman kardeşliğimiz, grup ve örgüt kardeşliğimizden üstündür” diyerek mevcut görüş ayrılıklarına rağmen El Mısrî’ye HTŞ içinde kalma çağrısı yaptı.

Ancak HTŞ, parti disiplinine aykırı davrananlara bu kritik dönemde müsamaha göstermeyeceğinin net olarak gösterilmesini istemiş olmalı ki, Tahrir’uş-Şam Teftiş ve Gözetim Kurulu, 1 Şubat 2019 tarihinde önemli bir bildirge yayımladı. Hiç kimsenin Şer’i Kurul’un onayını almadan fetva yayınlayamayacağının ifade edildiği bildirgede, “lider ve ilmi vasıfları olan kimselerin tenkit edilmesinin de yasak olduğunun” da altı çizildi. “Saha ile ilgili ya da iç ve dış siyasetle alakalı olaylar hakkında şahsi çıkışlarda bulunmak yasaktır,” ibaresinin de yer aldığı bildirgede, bu uyarıya muhalefet edenlerin “hesaba çekileceği ve mahkemeye alınacağı” kaydedildi.

Bu arada, HTŞ’nin Şer’î Kurul Başkanı Ebu Abdullah el Şami, iki gün sonra örgütü el Mısrî’ye karşı savunan bir açıklama yaparak, değişenin stratejik koşullar olduğunu, HTŞ’nin ideolojik pozisyonunu değiştirmediğini, sadece değişen koşullara ayak uydurmak mecburiyetinde kaldığını vurguladı. CERI-Sciences Po’da Sünni karakterdeki cihatçı hareketler üzerine doktora çalışması yapan Danimarkalı araştırmacı Tore Hamming’in HTŞ içi kaynaklardan aldığı bilgiye göre, Mısri örgütünden ayrılmış ve ideolojik olarak Hurrâseddin çizgisine yaklaşmış olsa bile, örgüt içindeki beklenti onun önünde sonunda yuvasına, HTŞ’ye döneceği yönünde idi.

Tutuklamalar ve infazlar başlıyor

Gelgelelim, Mısrî’nin ayrılması yetmezmiş gibi, HTŞ bir yandan da Hurrâseddin ile arasındaki gerilimin giderek tırmandığına tanık oluyordu. Aslında iki “anlayış” arasındaki gerilim ilk olarak 2017 yılı bahar aylarında, yani El Kaide’ciler henüz HTŞ bünyesindeyken patlak vermiş,Küresel Cihad Hareketi”nin önemli isimlerinden kabul edilen, El Kaide sözcülerinden, eski HTŞ mensubu Ürdünlü hadisçi Doktor Sami el-Ureydi eski dava arkadaşlarına verip veriştiren beyanatlarda bulunmuştu. Bu gerilim sonbahar aylarında biraz daha tırmandı. HTŞ, kendisinden ayrılarak ayrı bir yapılanma oluşturmaya çalışan ve eski örgütüne karşı eleştirinin dozunu artıran Doktor Sami El Ureydi (Ebu Mahmud eş-Şami) ve Ebu Culeybib (İyad el Tubeysi) gibi isimleri tutukladı. Örgüte göre, bu isimlerin suçu, Tahrir’üş Şam aleyhinde fitne yaymak, bozgunculuk yapmak ve yeni bir oluşum içine girmek idi. Söz konusu isimlerin “Şeyh Cevlani hakkında alimlere yakışmayacak sözler söylemeleri” de tutuklanma gerekçeleri arasında bulunuyordu.

2017 yılının Kasım ayı sonlarında ise, bu kez Zerkavi’nin sağ kolu olarak nitelenen, hatta kimilerince “Zerkavi’nin gölgesi” olarak kabul edilen Şeyh Ebu-el Kassam el Urdunî  (Halid el Arurî) ile Şeyh Hammam el Surî (Samir Hicazî) farklı gerekçelerle tutuklandılar. Bu isimlere aynı tarihlerde Ebu İslam el Deyri ile Ebu Abdülkerim el Horasani de eklendi.

Hurrâseddin’in 2018 Şubat’ında El Kaide’yi biat eden bir örgüt olarak resmen kurulması sonrası iki örgüt arasındaki gerilim iyice kontrolden çıktı. 5 Mayıs 2018’de Hurrâseddin’in Şer’î Kurul üyelerinden Ebu Ukba el Kürdî, Halep’in dışındaki Ebu Utba kontrol noktasında “dur ihtarına rağmen aracını durdurmadığı gerekçesiyle” vurularak öldürüldü.

11 Temmuz 2018’de el Nusra’nın Suriye’nin güneyinden sorumlu güvenlik işleri eski emiri Ebu el Mikdat el Ürdunî tutuklandı. Urduni, Hurrâseddin üyesi olmamakla birlikte gruba ideolojik düzeyde yakın bir isimdi ve Ureydi’nin yakın arkadaşı olarak biliniyordu. Urduni de Kasım ayı sonlarında HTŞ’den ayrıldığını duyuracaktı. Bu arada, Urdunî, ilginç bir şekilde, HTŞ bünyesinde çalıştığı dönemlerde El Kaide’ye biatını sürdürdüğünü, örgütünün de bundan haberi olduğunu açıkladı. HTŞ’nin tutuklama dalgası, 2018 sonbaharında örgütün Mısırlı (ve eski HTŞ’li) iki önemli ismiyle sürdü. Bu arada Hurrâseddinciler HTŞ’nin kendisini giderek Ankara’nın politikalarına teslim etmeye başladığı yönünde güçlü çıkışlar yapmaya başlamıştı.

Aynı günlerde, muhalif kanattan HTŞ liderliğince tutuklanan El Kaide’ye bağlı isimler serbest bırakılmazsa örgütten başka isimlerin de ayrılacağı şeklinde tehditler de duyuldu.  Tüm bu gelişmeler üzerine, örgütün üst düzey isimlerinden Ebu Malik el Şami, “neler oluyor” şeklinde ayağa kalkan HTŞ üyelerini sakinleştirmeye ve örgüt safları içindeki endişeleri gidermeye dönük bir açıklama yaparak, bu tutuklamalara “son çare” olarak mecbur kaldıklarını belirtti ve tüm cihatçı örgütlere Esad rejimine karşı mücadelede işbirliği yapmaları çağrısında bulundu.

Bu arada, Hurrâseddin üyeleri, Suriye Arap Ordusu’na yönelik düzenlemeyi planladıkları saldırıların Türkiye’ye yakın olan örgüt liderliğinden gelen baskılar nedeniyle engellendiğini öne sürüyorlardı. Denildiğine göre, son olarak 5 Hurrâseddin üyesinin Esad rejimine karşı düzenlemeyi planladığı bir intihar saldırısı HTŞ tarafından engellenmişti.

İki örgüt arasındaki gerilim 30 Ocak 2019’da yeniden alevlendi. Örgütlerin liderlik kadroları arasında bu tarihte gerçekleştirilen toplantıları takiben, Hurrâseddin Emiri Ebu Hammam el Şami ile Şer’î Kurul Başkanı Sami el Üreydi bir açıklama yaptılar. Söz konusu isimler açıklamalarında -İdlib’te Ankara’nın desteklediği ÖSO gruplarından Feylek’üş Şam’ın liderliğinde bir askeri konsey kurulma kararına şiddetle itiraz ediyorlardı. Araştırmacı Tore Hamming’in örgüt içi kaynaklara dayanarak verdiği bilgilere göre, ikilinin onun dışındaki itirazları özellikle iki nokta üzerinde yoğunlaşıyordu. Bunlardan biri, el Kaide’nin resmi temsilcisi olması hasebiyle el Kaide’ye ait silahların bir kısmının Hurrâseddin’e ait olması gerektiği idi. Yani HTŞ’nin elindeki bazı silahları Hurrâseddin’e aktarması gerekiyor, diyorlardı. Hurrâseddin liderlerinin üzerinde durdukları bir diğer husus da, HTŞ’nin cihat ve tevhid anlayışının sağlam bir akide ve menhec üzerine oturmadığı iddiasıydı. El Şami ile el Üreydi, bu sorunların üstesinden gelmek için de, Ebu Muhammed el Makdisi, Ebu Katede el Filistini, Nail bin Gazi, Tarık Abdülhalim, Hani Sibai ve Sadık el Haşimi gibi bağımsız dini alimlerden müteşekkil bir grup oluşturularak konuyu istişare etmesinin ve bu konularda bir hüküm vermesinin sağlanmasını istiyordu.

“O silahlar bizim” tartışması

HTŞ’nin bu beyanata cevabı askeri kanadın Şeri Kurul üyelerinden el Zübeyr el Gazi’den geldi. Araştırmacı Aymen Cevad el Tamimi tarafından Arapçadan İngilizceye aktarılan ve “Hurraseddin’in HTŞ silahları üzerinde hak iddia edebilir mi?” başlığıyla kaleme alınan makalesinde El Gazi, El Kaide lideri Ayman el Zevahiri’nin halefi -ve bugün hayatta olmayan- Şeyh Ebu el Hayr el Mısri’nin bu silahların HTŞ’nin mülkiyetinde kalması gerektiği yönünde kararı olduğunu hatırlatıyor ve Hurrâseddin’in HTŞ’nin uhdesindeki silahlar üzerinde hiçbir şekilde hak iddia edemeyeceğini vurguluyordu. El Gazi’ye göre, Ebu Hammam el Şami, 2018 yılı Ocak ayında Cevlani ile yaptığı görüşme ve vardığı anlaşmada bu gerçeği açıkça kabul etmişti. Ancak Ebu Hammam el Şami böyle bir anlaşmanın varlığını reddedecek, buna karşılık, el Zübeyr el Gazi de, talep edilen silah ve mühimmatın Halep ve Şark el Sikka gibi muharebelerde zaten kullanılıp sarf edildiğini söyleyecekti. Ebu Hammam, El Kaide’nin Şur’a üyelerinin konu hakkında kendi argümanını destekleyeceğini umduğu mektuplarını HTŞ’ye iletse de, bunlar kabul edilmeyecek ve tartışmadan sonuç alamayacaktı. Tartışmalar sonrası Ebu Hammam istifasını sunmuş ama, bu kez de dilekçesi HTŞ liderliğince kabul edilmemişti. Bu arada geri adım atmak istemeyen Ebu Hammam konuyu karar vermeleri için hakem olarak belirleyeceği din alimlerine aktaracaktı.

Ebu Hammam’ın ne Ankara’ya ne de Astana süreci ortaklarıyla üzerinde anlaştığı “çatışmasızlık bölgelerinin” işlevine dönük olarak Rusya ile İran’a güveni vardı.

Bu arada, HTŞ’nin kontrolü altındaki “İdlib’in kale kapısı” olarak da kabul edilen Han Şeyhun’un hızlıca Suriye Ordu birliklerinin eline geçmesinde HTŞ’nin elindeki El Kaide silahlarını bu örgütlerle paylaşmaktan imtina etmesinin de rolü olduğu ileri sürülüyordu. HTŞ lideri Ebu Muhammed El Cevlani kendisiyle aynı safta Suriye Ordusu’na karşı savaşabilecek müttefiklerini cepheye davet etmekte gecikmişti. 

Eşidda isyan bayrağını açıyor

Bölgesel ve küresel aktörlerin İdlib bölgesindeki hâkim muhalif silahlı güç olan HTŞ’yi siyasi ve askeri hedefleri doğrultularında farklı biçimlerde etkileme/şekillendirme gayretleri sürerken, Han Şeyhun yenilgisi sonrası örgüt içinde kazanın kaynadığı ve yapıyı çatlatmakta olduğu da görülüyordu.

Bu sütunlardan daha önce aktardığım üzere, kaynayan kazanın en son ve en çarpıcı örneklerinden birini, HTŞ içindeki üst düzey komutanlardan biri olan Ebu el Abid Eşidda'nın örgüt lideri Ebu Muhammed el Cevlâni'ye isyan bayrağı açtığı 9 Eylül tarihli video röportajında görmüştük. Örgütün son dönemde iyice yozlaştığını, mali, idari ve askeri yönetim zaafı sergilediğini ileri süren Eşidda, söz konusu röportajında Cevlâni yönetimine karşı artık güçlü bir isyan bayrağı açılması ve reformlar yapılması gerektiğini vurguluyordu.

Örgüt içindeki ihtilafların derinleştiği bir döneme de denk gelen röportaj, Cevlâni'nin çok hoşuna gitmemiş olmalı ki, Zaman el Vasıl gazetesinin bildirdiğine göre, söyleşiyi gerçekleştiren İdlib merkezli gazeteci Ahmed Rahhal 48 saat geçmeden tutuklandı. Röportajın video görüntüleri de söz konusu haber sitesinden kaldırıldı. 

Eşidda, 12 Eylül günü de Suriye'deki cihatçılara yakınlığı ile bilinen Amerikalı gazeteci ve belgesel yapımcısı Bilal Abdul Kerim'e bir röportaj verdi. Ancak bu son söyleşiden birkaç saat sonra da Eşidda'nın HTŞ militanları tarafından tutuklandığı haberi geldi.

2016 yılı sonlarında mensubu olduğu Ahrar'üş Şam çatısı altındaki "Eşiddâ-yi Mücâhiddin"(Savaşan Yiğitler) adını taşıyan taburundaki 100 savaşçısı ile birlikte bu örgütten ayrılarak HTŞ'ye katılan Eşidda, söyleşide örgütün askeri kanadının ayda 650 bin dolara ihtiyaç duyduğunu, bunun da örgüt gelirlerinin sadece yüzde 5'ine tekabül ettiğini söylüyordu. Örgütün aylık 13 milyon dolar civarında geliri olmasına rağmen, geçen zaman içinde bu paraların gitmesi gereken yerlere ulaşmadığını ileri süren muhalif komutan, paraların nereye harcandığını da soruyordu.

Hurrâseddin’in Ankara’ya bakışı

Türkiye’nin Suriye’de oynadığı role ve Ankara Yönetimi’ne ilişkin farklı bakış açıları sadece HTŞ içinde değil, kurulduğu tarihten sonra Hurrâseddin örgütünün içinde de var oldu. Dönem dönem bu örgüt te bu konuda iç çekişmelerle çalkalandı, hala da çalkalanıyor.

Başlarda Ankara’ya şiddetle karşı çıkan örgüt liderliğinde zamanla yumuşama gören isimler bu nedenle örgütten ayrılabiliyor. Geçtiğimiz yaz ayları bu açıdan yoğun tartışmalar ve iç çalkantılarla geçti.

Biraz daha kapalı bir örgüt Hurrâseddin. O nedenle basınla sık bilgi paylaşmıyorlar. Ancak Suriye’deki cihatçı gruplara dönük haber ve araştırmalarla adından sıkça söz ettiren İngiliz gazeteci Aymen Cevad el Tamimi, bu yılın Temmuz ayında Hurrâseddin örgütünün (adının açıklanmasını istemeyen) daha önce Halep’te el Nusra saflarında çarpışmış üyelerinden biriyle röportaj yapmayı başardı. Tamimi, bu röportajda örgüt içinde Ankara’ya yönelik bakış açısında beliren fikir ayrılıklarına ve bu nedenle örgütten ayrılanlara ilişkin de bir soru sordu. İngiliz gazetecinin bu sorusuna Kuzey Afrikalı Hurrâseddin üyesinden aldığı cevap şöyle oldu:

“Bir ihtilaf yok. Onların farklı fikirleri vardı ve bu nedenle ayrılıp kendi yollarına gittiler. Onlar Hama’da Özgür Suriye Ordusu ile yan yana düşmana karşı savaşmak istemediler. Biz ise düşmana direnmek istedik.  (…) Sıradan isimler değil, kıdemli din alimleriydi Hama’da savaşmayı reddeden. Ve örgüt liderliğimiz [yani mücahit Ebu Hammam el Şami ile Sami el Ureydi] onlarla yolumuzu ayırdı. Onlar Türkiye’nin çıkarları için çalışan örgütlerle çalışmayacaklarını söylediler. Türkiye’nin komutasında olmak istemediklerini söylediler.”

Tamimi’nin farklı düşüncede olup örgütten ayrılan bazı dini alimlerinin bir müddet sonra hayatlarını kaybettiğini hatırlatması üzerine de, Hurrâseddin mensubu, “onlar Halep kırsalındaki Koalisyon bombardımanlarında hayatlarını kaybettiler,” cevabını verdi.

Hurrâseddin içindeki görüş ayrılıkları son olarak bir grubun daha örgüt çatısından ayrılmasıyla sonuçlandı. Ensar’ül Hak Cemaati isimli grup 30 Ekim tarihinde yaptığı yazılı açıklamada, Hurrâseddin örgütünün sorumluluklarını yerine getirmede, özellikle de Allah’ın hükümlerini yerine getirmede başarısız olduğunu ileri sürerek “sahadaki mücahit kardeşlerimizle beraber cephedeki yerlerimizi alarak saldırganları püskürtmeye devam etmekle birlikte, mevcut şartlar altında örgütten ayrıldığımızı duyururuzaçıklaması yaptılar.

El Kaide’ye biat eden örgüt olarak Hurrâseddin yine de sahada yalnız değil. Ensar’ül İslam ve Ensareddin Cephesi gibi örgütlerle birlikte oluşturduğu “Müminleri Teşvik” isimli bir askeri koalisyonu var. HTŞ ile aralarındaki soruna dair de “meselemiz HTŞ mücahitleriyle değil, onların liderliğiyle” diyorlar.

Aslında çoğumuzun bildiği üzere, Ankara çok uzun bir süredir HTŞ’nin de kendisini feshederek, tasarımı kendisine ait olan geniş bir muhalif çatı yapılanması kimliğindeki Suriye Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne (Cephe el-Vataniye el-Tahrir Suriye) katılmasını istiyordu. Zira, yekpare bir muhalefet cephesinin ortaya çıkması durumunda Cenevre görüşmelerinde silahlı Sünni Suriye muhalefetini tek bir muhatap üzerinden çözüm masasına oturtması ve hepsini bir askerî harekât için Fırat’ın doğusuna yürütmesi daha kolay olacaktı. Bu doğrultuda ilkin Rusya’dan 2018 Eylül’ünde İdlib vizesi alan Ankara, aradan geçen süreye rağmen HTŞ’yi (ve Hurrâseddin’i) barışçıl yollardan bu fikre ikna edemedi. Ancak diğer örgütlerin çoğunu ikna etti ve Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) unsurları ile bazı başka örgütleri, Şanlıurfa‘da düzenlenen bir toplantıda “Milli Ordu/Ceyşül Vatani” adı altında birleştirdi. “Milli Ordu’nun da ilk işi “Türkiye’ye Fırat’ın doğusuna yönelik askerî harekâtı yapması” çağrısında bulunarak Ankara’ya tam destek verdiklerini açıklamak oldu.

ABD’nin Hurrâseddin ve Bağdadi operasyonları

Öte yandan ABD, HTŞ’yi küresel terör örgütü olarak tanımlasa da, Şam Yönetimi’ne karşı savaşan “isyancı güçlerin en agresif ve en başarılı kolu” olarak tanımlamayı sürdürdüğü HTŞ liderliğine sahadaki olası alternatiflerini zayıflatarak ya da ortadan kaldırarak dolaylı destek vermeyi seçmişti. Washington -en başta da söylediğim üzere- bu çerçevede El Kaide geleneğinin asli temsilcisi olan Hurrâseddin’i zayıflatmak, liderlerini çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırmak yoluna gitmiş ve belki de yaptığı teknik takip ile örgütün IŞİD lideriyle de koordinasyon içinde olduğunu görmüş ve onların koruması altında olduğu söylenen Bağdadi’yi Barişa’da düzenlediği bir operasyonla öldürme yoluna gitmiştir.

ABD’nin HTŞ’yi kollayıcı bir doğrultuda hareket ettiği izlenimini veren ilk aksiyon aslında 30 Haziran 2019’da gelmişti. O tarihte Amerikan uçakları HTŞ’nin İdlib bölgesindeki (yer yer ittifak da yaptığı) hasımlarından Hurrâseddin örgütüne dönük bir hava bombardımanı gerçekleştirmişti. Amerikalılar ondan tam iki ay sonra, 31 Ağustos’ta yine İdlib bölgesindeki Kefreye ve Ma’aret Misrin kasabalarındaki bazı askeri hedeflere yönelik hava saldırıları gerçekleştirdi. Bunlardan biri Hurrâseddin komutanlarının Ensar’ül Tevhid örgütüne ait bir üste toplantı yaptıkları sırada gerçekleşti. Bu son saldırılarda en az 40 cihatçı liderin öldüğü açıklandı.

Bağdadi’nin istihbaratını Cevlani mi verdi?

Pentagon, bu örgütlerin ABD yurttaşlarının güvenliğini küresel ölçekte tehdit eden el Kaide yapılanmaları olduğunu vurgulayarak, operasyonu bunun için yaptığını ileri sürüyordu. Bu arada, El Vatan’ın sahadaki kaynaklara dayandırdığı haberine göre, ABD güçleri bu operasyonda ihtiyaç duydukları istihbaratı Washington ile işbirliği yaptığı söylenen HTŞ lideri Ebu Muhammed el Cevlâni’den almıştı. Söz konusu kaynakların iddialarına bakılırsa, Ensar’ül Tevhid ve Hurrâseddin gibi örgütlerin silah/mühimmat depolarına ve bazı komutanlarının bulunduğu üslere ait koordinatları içeren “hedef listesini” Washington temsilcilerine Cevlâni iletmişti. Amerikalılar muhtemelen, bölgedeki tek büyük güç olarak kalmasını düşündükleri için mevcut HTŞ liderliğini kollamaktan, onun olası alternatiflerinin de sahada güçlü bir aktör olarak belirmesinin önünü almaktan yana idiler. 

Peki ABD Haziran ve Ağustos ayında İdlib’e düzenlediği operasyonlarla İdlib sahasında çok fazla bir varlığı olmayan o örgütlerin inlerini ve liderlerini mi imha etmek istemişti, yoksa bombaladığı o üslerde o örgütlerce kollanan IŞİD lideri Bağdadi’nin olduğunu mu düşünmüştü?

Yani, o operasyonlar, Barişa’daki başarılı operasyonun öncülü olan ve Amerikalıların Bağdadi’yi yok etmeye dönük başarısız operasyonlar mıydı?

Bu sorunun cevabını belki hiçbir zaman bilmeyeceğiz. Ama bu hikayeyi El Kaide yapılanmasının IŞİD’in kanatları altından çıktıktan sonra Suriye’deki seyrine dair yukarıda aktardığımız gelişmeler eşliğinde okursak, belki olup bitenleri biraz daha geniş bir perspektiften kavrama şansına sahip oluruz.


*Geçen hafta kaleme aldığım yazımda, Hurrâseddin örgütünden “Ankara’yı zaten başından beri desteklemeyen ve hiçbir zaman da desteklemeyecek tek örgüt” olarak bahsetmiştim. Sanıyorum son ulaştığım bilgi ve gelişmelerle temellendirdiğim bu haftaki yazımla o bilgiyi tekzip etmiş oluyorum. Belki doğrudan bir destekten söz etmiyoruz, ama el Tamimi’nin yaptığı ve yukarıda da bahsettiğim röportajda da belirtildiği gibi, bu örgütün en azından lider kadrolarının Ankara’ya bakışında zaman içinde bir yumuşama olduğu izlenimi alınıyor.-AÖ

Yazarın Diğer Yazıları

Yaklaşan bir “yeni sürecin” tarihi kodları

Etnik ve mezhepsel savaşlara karşı barışı ve dayatmacı siyasete karşı demokratik siyaset çerçevesinde ısrarlı bir zemini savunmak, bu ülkede yaşayan herkes için artık değerlendirilmesi gereken bir seçenek değil hayati bir mecburiyet

Dünyayı sarsacak 15 gün

Netanyahu’nun Filistinlilere yönelik etnik temizliği hız kesme de, İran’a saldırı için zaman kollayan İsrail’in iki hafta içinde Başkanlık Seçimleri’ne gidecek olan ABD’nin desteğiyle yapabileceklerden ötürü ortada’ fırtına öncesi sessizlik’ var demek de mümkün

ABD’nin başladığı işi İsrail tamamına erdirecek mi?

ABD’nin 11 Eylül akabinde başlattığı Orta Doğu’yu yeniden tanzim etme operasyonunu 7 Ekim sonrasında tamamlama gayreti içine giren İsrail “stratejik ortağı” ile el yükseltiyor. Soru: nereye kadar?

"
"