21 Şubat 2022

Bir belge ve bir söz üzerinden Ukrayna krizi

Avrupa’nın “Veliaht Prens Ferdinand Suikastı” bekler gibi nefesini tuttuğu bir anda, der Spiegel dergisi, Batı’nın NATO’nun doğuya genişlememe sözü verdiğini ortaya koyan 1991 yılına ait bir belge yayınladı.

 

Alman Der Spiegel dergisi, 18 Şubat Cuma günü, Ukrayna krizinin tırmanmasının   sebepleri arasında sayılan “NATO’nun doğuya doğru genişlemesi” meselesinde tartışmanın seyrini değiştirebilecek öneme haiz tarihi bir belge yayımladı. Söz konusu belge, 6 Mart 1991 tarihinde (Batı) Almanya’nın eski başkenti Bonn’da yapılmış olan ve ABD, İngiltere, Fransa ve Almanya’nın dışişleri bakanlığı siyasi direktörlerinin katıldığı bir toplantının tutanağı. İki Almanya’nın birleşmesi sürecine atıfların da yapıldığı belgede, Batılı ülke temsilcilerinin NATO’nun Almanya’nın doğusuna genişlemeyeceğini Sovyetler Birliği’ne kesin bir dille ifade ettiklerinin altı çiziliyor.

Der Spiegel’in orijinal tutanağın ilgili bölümünün ekran görüntüsüne de yer verdiği yazıda, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Avrupa ve Kanada’dan sorumlu Yardımcısı Raymond Seitz’in şu sözlerinin de belgede yer aldığı belirtiliyor: “Sovyetler Birliği’ne -2+4 görüşmelerinde olduğu gibi diğer müzakerelerde de- Sovyet birliklerinin Doğu Avrupa’dan çekilmesinden istifade etmeye niyetimiz olmadığını açık bir biçimde ifade ettik.” Haftalık Alman dergisine göre, belgede Seitz’ın, “NATO doğuya doğru genişlememelidir, ne resmi ne de gayrı-resmi olarak,” dediği de kaydediliyor.

“ABD, NATO sözünü tutmadı”

Belgenin dergide yayımlanan ekran görüntüsünde de, Federal Alman diplomat Jürgen Chrobog’un “2+4 görüşmelerinde açıkça ifade ettiğimiz üzere, NATO’yu Elbe’nin ötesine genişletemeyiz. Dolayısıyla, Polonya ve diğer ülkelere NATO üyeliği teklif edemeyiz,” şeklindeki ifadelerinin yer aldığı görülüyor. Chrobog’un görüşmelerde, “AGİK sürecinde ve ikili anlaşmalar yoluyla ilave adımların da atılması gerektiğini” dile getirdiği de anlaşılıyor.

Tutanağın ilerleyen bölümlerinde Jürgen Chrobog’un aslında Elbe Nehri'nden değil Doğu Almanya ile Polonya’yı ayıran sınır olan Oder Nehri’nden söz ettiği belirginleşiyor.

Bir dönem “gizli” olarak tasnif edilen, ancak daha sonra gizliliği kaldırılan görüşme tutanağı, Boston Üniversitesi (ABD) Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyelerinden Doçent Joshua R. Itzkowitz Shifrinson tarafından Birleşik Krallık Milli Arşivleri’nde kayıtlı 1990-1991 yılları arasındaki belgeler arasında bulunmuş. Belgeyi der Spiegel yazarlarından Klaus Wiegrefe ile paylaşan Shifrinson, 18 Şubat Cuma günü sosyal medya hesabından derginin ilgili makalesine internet bağlantısı verirken, “Batılı diplomatlar o tarihte [Sovyetler Birliği’ne] NATO’nun genişlemeyeceği sözünü verdiklerine inanıyorlardı,” notunu da düştü.

Amerikalı uluslararası ilişkiler ve dış politika uzmanı Shifrinson, -bu köşede birkaç hafta önce hatırlattığım üzere- aynı konuyu Los Angeles Times gazetesinin 30 Mayıs 2016 tarihli nüshasında kaleme aldığı “Rusya haklı: ABD NATO sözünü tutmadı” başlıklı yorum yazısında da ayrıntılarıyla dile getirmişti.

T24’teki 17 Ocak 2022 tarihli yazımda, Amerikalı bir başka dış politika uzmanı olan Angela Stent’in, Batı’nın Rusya’ya verdiği sözü tutmadığına ilişkin 1993 yılına ait bir tanıklığına da yer vermiştim. Stent, 2019 tarihli “Putin’s World: Russia Against the West and with the rest” başlığı taşıyan kitabında, “iki ABD elçisi -James Collins ve Thomas Pickering- daha sonradan Washington’un Orta Avrupa ülkelerine üyelik teklifi yaparak [Rusya’ya verdiği] sözleri tutmadığını kabul ettiler,” şeklinde yazmıştı. Stent, kitabında Bill Clinton’ın Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ne NATO üyeliği teklifi yaparken Rusları sunduğu bir dizi telafi edici teşvik ile yatıştırmayı umduğunu da belirtmişti.

Çözüm belli, barışın yolu net

Özetle, Avrupa’da kalıcı barışa giden yolun aslında çok da bilinmeyen, üzerinde uzlaşılamayacak bir formülü olmadığı ve bunun Moskova tarafından hazırlanıp ABD ve NATO üyesi ülkelerinin değerlendirmesine sunulan “NATO’nun doğuya doğru genişlemeye devam etmeyi sonlandırmasını” temel alacak bir yol haritası üzerinde bir şekilde uzlaşmaktan geçtiği anlaşılıyor. Avrupa’da kalıcı bir barış için, Der Spiegel’in sayfalarında yer verdiği belgeden de görüldüğü üzere, taraflar arasında 1990 -1991’de “sözü verilen” hususların yeni anlaşmalarla güçlendirilmesi gerekiyor. Ancak, e Donbas bölgesindeki temas hattında duyulan ateş sesleri son günlerde galiba bu gerçeğin işitilemez, görülemez hale gelmesine yol açıyor.

Oysa belgenin de gösterdiği üzere, aslında ABD Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonraki süreçte, NATO’nun genişlemesine yönelik bir plan peşinde olan bir ülke değildi. Hatta George H.W. Bush, 1992 yılında Rusya’ya 470 milyon dolarlık yardım paketinin önünü açan bir tasarının (Freedom Support Act) yasalaşmasını bile sağlamıştı. Onun başkanlığı sonrasında, 1993-2001 yılları arasında görev yapan Bill Clinton da o yönde bir ısrarlı tasarım peşinde değildi. Clinton yönetimi Rusya’yı “çevreleme” siyaseti gütmek yerine “demokratik liberalizm” ilkelerini uygulamaktan yanaydı ve Rusya’nın ekonomik ve siyasi dönüşümüne mali katkı anlamında gerek G-7 gerekse de IMF çatısı altında yürütülen çalışmalara önemli bir destek veriyordu.

Rus-Alman yakınlaşmasından ürken Amerikalılar

Ancak belirli bir tarihten sonra devreye Rusya’da olup bitenlere tepki olarak Amerikan iç politikasının dinamikleri girdi. 12 Aralık 1993 tarihinde Rusya’da yapılan parlamento seçimlerinde ABD’ye pek sıcak hislerle yaklaşmayan aşırı sağcı adayların (Vladimir Jirinovski gibi) ve SBKP’nin hatırı sayılır oranda oy aldığı görüldü. Bunun üzerine, Amerikalılar ABD Başkanı Bill Clinton ile Rusya lideri Boris Yeltsin arasında 13 Ocak 1994’te gerçekleşen Moskova Zirvesi için “daha fazla reform, daha fazla iyileşme” şeklinde bir slogan benimsediler. Yine de doğrudan Amerikan mali yardımları kesilmedi. Gelgelelim, Rusya’nın iktisadi dönüşümü sürecinde işin içine özel şirketler ile yarı-özel nitelikli girişimler ve vakıflar girmeye başlayınca, özellikle Cumhuriyetçiler ABD’nin Rusya siyasetinin nihayetinde ulusaşırılılaşmasından tedirgin olmaya başladılar. Bu arada, iki bloklu siyasi ve askeri yapısı tarihe karışmakta olan Avrupa’nın bütünüyle dahil olacağı kolektif bir güvenlik teşkilatına dönüşebilecek NATO’ya Rusya’nın da üye olabileceğini deklare etmesi, Amerikan askeri sanayi kompleksinin Capitol Hill’deki temsilcilerini de kara kara düşündürmeye başladı.

Özellikle Cumhuriyetçileri tedirgin eden bir diğer husus da, Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle Avrupa’da doğacak boşluğu, yeniden yapılanma sürecindeki birleşik, güçlü Almanya’nın doldurmaya aday olması ve doğu Avrupa ülkelerini böyle bir perspektifle nüfuz alanlarına katması olasılığı idi. Bu olasılık ABD’yi rakip olarak görmeye başlayacak bir Rus-Alman yakınlaşmasının doğacağı şeklinde propagandalara yol verince, Amerikan kamuoyunda bunu engellemeye yönelik girişimler taraftar bulmaya başladı.

Nihayet, bütün bu propaganda faaliyetlerinin etkisiyle, Amerikan Temsilciler Meclisi, 23 Temmuz 1996’daki toplantısında, Orta ve Doğu Avrupa’daki yeni demokrasilerin NATO’ya tam üye olmasını sağlama sürecini mali yönden desteklemek, NATO’nun doğuya doğru genişlemesini mümkün kılmak için, Kongre kayıtlarından da görüleceği üzere, “NATO Enlargement Facilitation Act of 1996” adı verilen ve 1997 mali yılı için etkin olacak bir karar tasarısını onayladı. Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın 1999’da NATO’ya dahil olmalarının kapısı bu yasa ile açılmış oldu. Cumhuriyetçi Parti temsilcisi Benjamin Arthur Gilman’ın sponsorluğunda hazırlanan bu karar tasarısında “yeni demokrasiler” olarak Estonya, Letonya, Litvanya, Slovenya, Slovakya, Bulgaristan. Romanya, Arnavutluk ve Moldova’nın yanı sıra Ukrayna’nın da adı geçiyordu.

Gazeteci Selami İnce’nin Birikim dergisinin Haziran 1999 tarihli 122. sayısında verdiği bilgiye bakılırsa, yasayla birlikte bu ülkelerin NATO’ya dahil olmaları için 1997 mali yılı bütçesine dahil edilecek 60 milyon doların hemen hepsi ABD’de yaşayan çoğu zengin Yahudilerden oluşan 20 milyonun üzerindeki Polonya ve Çek topluluğundan çıkıyordu.

“NATO Enlargement Facilitation Act”in bir diğer anlamı da, NATO konusundaki inisiyatifin artık tamamen ABD’ye geçmekte olduğuydu. Alman Der Spiegel dergisinin 16 Mart 1997 tarihli 12. sayısında (s. 151) sorduğu ve “gelecek yüzyılın ilk yarısı içinde NATO’nun genişletilerek etkisini sürdüreceğine inanıyor musunuz?” şeklindeki sualine ABD’nin eski Bonn Büyükelçisi Richard Holbrooke’nin verdiği yanıt Amerika’nın “inisiyatif” hazırlıklarına işaret etmesi bakımından önemliydi. Selami İnce’nin Birikim’deki yazısına Türkçeye çevirerek aktardığı yanıt şöyleydi: 

“NATO barış zamanının en başarılı örgütü. Bir şey kesin. Eğer NATO yeni üye almaz ve bugünkü çekirdek çevresi dışındaki barış amaçlı görevlerini yerine getirmezse anlamsız hale gelir.” 

Kıyamet aslında neden kopacak?

Geçen süre Kuzey Atlantik İttifakının “anlamsız” bir yapı haline gelmesinin nasıl önüne geçildiğini gösterdi. 2004’te yedi ülke, 2009 yılında Arnavutluk ve Hırvatistan, 2017 yılında Karadağ, son olarak da 27 Mart 2020 tarihinde Kuzey Makedonya NATO'ya üye oldu ve örgütteki üye devlet sayısı 30’a yükseldi. Karmaşık ve çok sesli politik yapısından ötürü Bosna-Hersek, Rusya’nın Güney Osetya üzerinden verdiği sert tepkiden ötürü Gürcistan ABD’nin büyük desteğine rağmen NATO üyeliği sürecini duraklatmak durumunda kaldılar.

Twitter’daki sosyal medya hesabı üzerinden 14 Haziran 2021 tarihinde yaptığı açıklama ile ülkesinin Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’ne (NATO) üye olacağını ve bu durumun NATO liderleri tarafından teyit edildiğini iddia eden Ukrayna Cumhurbaşkanı Vladimir Zelenski’nin hamlesi ise bizi bu günlere getirdi. Zelenski’nin açıklaması her ne kadar Rusya’nın çevrelenmesi politikası doğrultusunda Beyaz Saray tarafından memnuniyetle karşılansa da, sahip olduğu (nükleer savaş da dahil) risklerden ötürü -bırakın Moskova’yı- meselenin yukarıda anlattığım geçmişini iyi bilen bazı Batı başkentlerinde dahi tedirginlik yarattı.

Yeşillerin bütün Amerikan kuyrukçuluğuna rağmen, galiba Berlin de o başkentlerden biri. Bu yazının seyri içinde de bahsettiğim gibi, Ukrayna krizi, Rus-Alman yakınlaşmasına bir tepki. Zira bu yakınlaşma belirli vadede orada kalmayacak, Washington’un iradesine rağmen, yaşlı kıtayı Rusya üzerinden Çin’e bağlayabilecek. ABD’nin “en büyük hasmım” diye düşündüğü Çin’e! Korkulan, bu. Eğer Çin’e önleyici bir darbe indirilecekse, önce onun Avrupa’ya uzanan müttefiki Rusya’ya -Almanya’nın iradesi teslim alınarak- indirilmeli.

Ama Ukrayna krizi yüzünden kıyamet kopacaksa, işte asıl o yukarıda saydığım saiklerden ötürü kopacak.

Tabii krizde enerji fiyatlarını yüksek tutarak bazı yatırımcıların piyasadan çekilmelerini sağlamak gibi kısa vadeli, Almanya ile Rusya arasında anlaşılan ve onanmayı bekleyen “Kuzey Akım 2” doğalgaz boru hattını tarihin çöp sepetine göndermek gibi orta vadeli hedefleri de var kıyameti göze alanların muhtemelen.

Tabii bu noktada bir başka soru akla geliyor: Kıyamet kopacaksa, konvansiyonel mi olacak, nükleer mi? Kimilerine göre, Rusya Federasyonu’nun geçtiğimiz günlerde başlattığı ve Putin’in Belarus Cumhurbaşkanı Aleksandr Lukaşenko ile birlikte Moskova’daki durum merkezinden takip ettiği nükleer savaş tatbikatı, Moskova’nın Ukrayna konusunda geri adım atmayacağının göstergelerinden biri. Rusya Havacılık ve Uzay Kuvvetleri, Güney Askeri Bölgesi, Stratejik Füze Kuvvetleri, Kuzey ve Karadeniz filolarının katıldığı bu geniş kapsamlı tatbikatta Rusya’nın stratejik bombardıman uçakları, balistik füze denizaltıları ile satıhtan satıha füze bataryaları da görev icra ediyor.

Her ne kadar önceden planlanmış rutin bir eğitim programının bir parçası olduğu söylense de, Kremlin’in -ABD ve NATO ile yaşadığı gerilimin ortasında, programına nükleer başlıklı balistik füzelerin de dahil olduğu bir askeri tatbikat sıkıştırması, bir gün “dinecek” bir gün “dinmeyecek” görüntüsü veren Ukrayna Krizi’ni manşetlerde tutmaya yetiyor. Aslına bakılırsa, bu tatbikat, Ukrayna Krizi’nin şu aşamasında endişelenmemiz gereken belki de en son gelişme. Zira Ukrayna’nın doğusunda gün geçmiyor ki, tehlike ateşi tüm bölgeyi tutuşturmak için “konvansiyonel” fırsat kollamasın, Donbas bölgesindeki temas hattında işitilen ateş sesleri artmasın! Bazı AGİT gözlemcilerinin de görevlerini bırakarak çekildiği temas hattında, bir taraf Ukrayna ordusunun Rusya’yı sınırı geçmeye “teşvik eden” provokatif saldırılarını artırdığını ileri sürüyor. Diğer taraf ise Rus yanlılarının kendi bölgelerini top atışlarıyla taciz ettiğini.

Berlin’den Kiev Duvarı’na

Bütün bu iddialar arasında ne oldu? Ukrayna’nın doğusundan son günlerde binlerce sivil Donetsk Halk Cumhuriyeti milis güçlerince Rusya’nın Rostov bölgesine tahliye edildi. Ukrayna’nın batısında da durum gün geçtikçe daha tatsız bir hal alıyor. Alman hükümeti bu ülkede bulunan vatandaşlarının Ukrayna’yı acilen terk etmelerini isterken, Lufthansa Havayolları 21 Şubat pazartesiden geçerli olmak üzere Kiev uçuşlarını askıya alacağını bildirdi.

Birkaç hafta önce ellerinde “Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinin 16 Şubat’ta başlayacağı” yönünde “anlamlı istihbarat” bulunduğunu iddia eden Batılı liderler, bu tarihi Pekin Olimpiyatları’nın sona erdiği 20 Şubat sonrasına ötelerken ve “Rusların Kiev’i işgal etmesinin an meselesi” olduğu iddialarına yaslanırken, adeta herkes 2022 yılının “veliaht Prens Ferdinand suikastını” bekler bir tutum içine giriyor.

Umalım ki, insanlığın 33 yıl önce tarihin çöp sepetine gönderdiği “Berlin Duvarı” 21. yüzyıldaki utanç işlevini “Kiev Duvarı”na devrederek dirilecek olmasın! Ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından ortak bir güvenlik mimarisine sahip birleşik bir Avrupa yaratamayanlar görsün bu gerekliliği. Bu kriz hiç değilse ona duyulan ihtiyacın zaruriliğini göstermeye hizmet etmiş olsun!

Yazarın Diğer Yazıları

Bir ‘devrimcinin’ bir cevlâni olarak portresi

HTŞ lideri Cevlâni’nin ailesinin Cevlân Yaylalarının İsrail tarafından işgali akabindeki zorunlu göçünde Filistin mücadelesine destek ile başlayan yolculuklarında altmış yıla yakın bir zaman sonunda geldikleri noktanın, Filistinli gruplara silah bıraktırıp kamplarını kapattırmak olması hayli manidar

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

"
"