Amerikan Dışişleri ile Rus Dışişleri arasında geçen hafta Cenevre’de yapılan görüşmeler, Moskova’nın Rus topraklarındaki hedefleri vurabilecek silahların sınırlarının yakınlarına konuşlandırılmayacağına dair istediği yasal güvenceleri alamamasıyla sonuçlanınca, Avrupa’da kalıcı barışın tesisi yolunda belki de 1945’ten bu yana beliren en değerli fırsat büyük ölçüde “çöpe gitmiş” görünüyor.
Gerçi, tarafların yakın bir tarihte yeniden bir araya gelecekleri söyleniyor, ancak Rusya’nın Washington ile Brüksel’e ilettiği güvenlik temelli taslak mutabakat metinlerini Amerikalıların görüşmeye yanaşmaktan yana olmadıkları konusunda yazılı bir güvence sunmak istemedikleri ortaya çıkmış durumda. Edinilen bilgilere ve izlenime bakılırsa, Washington, Moskova ile bir tur daha görüşmek istiyor ama bu görüşmelerde ihtilafın temelinde yatan ve “NATO’nun doğuya doğru genişlemesinin durdurulması” konusundan ziyade daha az önemli görünen konuları ele almaktan yana.
Bu, diplomasi lisanında “görüşmeler tıkandı” anlamına geliyor, ama bu tip müzakerelerde aktörler “masadan kalkan taraf” izlenimi vermek istemediklerinde, “anlaşma konusunda zemin var, diyaloğu ve çalışmaları sürdüreceğiz,” benzeri laflar edilir.
Görüşmeler öncesinde mesele netti aslında. Avrupa’nın ve kendisinin güvenliğini yazılı taahhütlerle güvence altına almak isteyen Moskova, geçen aralık ayında ABD ve NATO üyelerine iki belge taslağı iletmişti. Bu belgelerden biri, Rusya ve ABD arasında imzalanabilecek ve bir takım güvenlik garantilerini içeren bir anlaşma metni taslağı idi. Bir diğeri ise, Rusya ile NATO devletleri arasında güvenliğin tesisine yönelik tedbirler düşünülerek hazırlanıp taslak hale getirilmiş bir mutabakat metni idi. İki belge aslında bir paket oluşturuyordu ve bu pakette “Taraflar, anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren nükleer silahların kendi ulusal toprakları dışında konuşlandırılmasını reddediyor ve ulusal topraklar dışında konuşlandırılan bu tür silahları geri çekiyor,” şeklinde bir ifadeye özellikle yer veriliyordu. Dolayısıyla, Moskova tarafından hazırlanıp ABD ve NATO üyesi ülkelerin değerlendirmesine sunulan paketin özü için, “NATO’nun doğuya doğru genişlemeye devam etmeyi sonlandırmasını temel alıyordu,” temel alıyordu diyebiliriz.
Şimdi bu nokta diyebilirsiniz ki, Ukrayna NATO üyesi olacaksa olsun, bundan Rusya’ya ne, bu konu Moskova’yı neden ilgilendiriyor?
Rusların NATO’nun genişlemesine itirazları
Birincisi, ABD, Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle beraber Rusya’ya iki kez NATO’nun doğuya doğru genişlemeyeceği taahhüdü verdi. Biri 1990’da Batı ve Doğu Almanya’nın birleşmesi görüşmelerinde dönemin ABD Dışişleri Bakanı James Baker tarafından, diğeri ise 1993’te bu kez NATO, “Barış İçin Ortaklık” siyasetini doğuya doğru genişletme sürecindeyken verildi bu sözler. Rusların “hüsn-ü kuruntusu” değil bu sözler, Amerikalı tanıkları da var.
1990 tarihli sözü, Amerikalı uluslararası ilişkiler ve dış politika uzmanı, Teksas A&M Üniversitesi hocalarından Doç. Dr. Joshua R. Itzkowitz Shifrinson, Los Angeles Times gazetesinin 30 Mayıs 2016 tarihli nüshasında kaleme aldığı “Rusya haklı: ABD NATO sözünü tutmadı” başlıklı yorum yazısında ayrıntılarıyla hatırlatmıştı.
Amerikalı bir başka dış politika uzmanı Angela Stent ise, bu sözlerden 1993’te verilen ikincisini hatırlattığı 2019 tarihli “Putin’s World: Russia Against the West and with the rest” başlığı taşıyan kitabında, “iki ABD elçisi -James Collins ve Thomas Pickering- daha sonradan Washington’un Orta Avrupa ülkelerine üyelik teklifi yaparak [Rusya’ya verdiği] sözleri tutmadığını kabul ettiler,” şeklinde yazmıştı. Stent, kitabında Bill Clinton’ın Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’ne NATO üyeliği teklifi yaparken bir dizi telafi edici teşvik sunarak Rusları bu konuda yatıştırmayı umduğunu da belirtmişti.
Dolayısıyla Ukrayna’nın (ve Doğu Avrupa üyesi ülkelerin) NATO üyeliğine itirazı konusunda Rusya’nın yaslandığı haklı bir zemin var.
İkincisi… 8 Aralık 1987’de dönemin ABD Başkanı Ronald Reagan ile Sovyetler Birliği Komünist Partisi Genel Sekreteri Mikhail Gorbaçov arasında imzalanan “Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması” (INF) yürürlükte olsa, belki Ukrayna’nın NATO üyeliği bu denli büyük bir sıkıntı yaratmayacak. Zira o antlaşma karadan fırlatılan orta menzilli balistik ve seyir füzelerini karşılıklı imha etme şartını da beraberinde getiriyordu. Ancak durum öyle de değil. Eski ABD Başkanı Donald Trump, 2019 yılı Ağustos ayında INF antlaşmasından tamamen çekildi. Dolayısıyla Beyaz Saray’ın anlaşmaya dair yükümlülükleri ortadan kalkmış oldu ve bugünlerin önü açıldı. Arada Romanya ile Polonya'da Aegis füze savunma sistemleri de konuşlandıran NATO’nun Ukrayna’yı da üyeliğe alması demek, Rusya’ya tehdit teşkil eden nükleer başlıklı silah sistemlerinin bu ülkenin sınırları yakınına konuşlandırılması demek.
Nitekim, ABD’nin, Ukrayna’yı NATO’ya sokmaktaki bir muradı da Almanya’daki nükleer silahlarını bu ülkeye kaydırmak istemesi. Ukrayna’nın iktidar eliti ise ara ara kraldan çok kralcı laflar edebiliyor; “NATO bizi üyeliğe almayacaksa, bari nükleer silah versin,” filan gibi.
“Sabrın sonu selamet” olur mu?
Gelinen noktada, Rusya’nın konumunu en iyi özetleyen ifadeler, 14 Ocak tarihinde bir basın toplantısı düzenleyen ve “sabrımızın sonuna geldik” diyen Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’a ait. Lavrov, “tutumlarını kâğıt üzerinde görmek, bizim her iki belgemize yönelik tepkiyi madde madde almak istiyoruz; nesi uyuyor, nesi uymuyor, neden. Eğer ilavelerde bulunmak gerekiyorsa da tashihlerini formüle etsinler,” şeklinde konuşuyor.
Basın toplantısında söyledikleri Yakın Doğu Haber sitesinde Hazal Yalın tarafından Türkçe’ye çevrilerek aktarılan Lavrov’a göre, ABD Avrupa kıtasındaki başat rolünü NATO üzerinden yeniden pekiştirmeye çalışıyor, bu nedenle de, güvenlik meselelerinde NATO’dan ayrı düşmeye yönelik her türlü girişimin karşısında yer alıyor. Bu yetmezmiş gibi, NATO üyesi olmayan İsveç, Finlandiya ve Avusturya gibi ülkelerin toprakları ile ulaştırma altyapısını NATO birliklerinin naklinde kullanıyor, hatta bu ülkeleri İttifakın tatbikatlarına dahil ediyor.
Peki o zaman ne olacak şimdi?
Görünen o ki, taraflar diplomasiyi kenara koymadan evvel yeniden görüşecekler. Orada da bir ilerleme kaydedilmezse, konu bir de Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) üzerinden ele alınacak. Daha geçenlerde “AGİT bölgesinde savaş riskinin son 30 yıl içerisinde hiç olmadığı kadar yüksek” olduğunu söyleyerek endişe verici bir uyarı yapan teşkilatın Dönem Başkanı ve Polonya Dışişleri Bakanı Zbigniew Rau, Şubat ayında Moskova’ya gidecek. Ziyareti öncesinde Ukrayna ile ABD’yi ziyaret edecek olan Rau, Rusya başkentinde Lavrov ile görüşecek.
Orada da bir sonuç alınamazsa, bu, en azından Soğuk Savaş ve silahlanma yarışı hızlanacak, demektir. Malum, aslında Soğuk Savaş ile “sıcak” çatışmalara en yakın stratejik güç dengesi kastedilir. Bu durum ille de küresel, büyük bir savaşın habercisi olmayabilir. Belki bir daha küresel boyutta bir savaş yaşamayabiliriz de. Ama bir önceki yazımda altını çizdiğim hibrit savaşları daimî şekilde yaşıyor olacağız muhtemelen. Bir diğer deyişle, hibrit savaş kalıcı bir forma bürünecek olabilir.
Belki bu yüzden Ukraynalı Analitik Merkezi “Üçüncü Sektör”ün Başkanı Andrey Zolotarev’in de akl-ı selim ile söylediği gibi, Avrupa’nın ve bölgenin güvenliği için en iyi çözüm, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, Batı’nın elinde Rusya’nın dürtülüp kışkırtılmasında kullanılan bir mızrağa döndürülen Ukrayna’nın tarafsız, bloklar-dışı bir statüde kalması. Zolotarev, daha ne kadar açık ifade etsin: “Yoksa tutturulan yol, çıkmaz bir yoldur ve er ya da geç Ukrayna devleti için ölümcül sonuçları olacak ciddi bir çatışmaya yol açacaktır.”
Tarafsız, bloklar-dışı bir statünün kıymetini anlayabilmek için maalesef bazen ülkelerin iki-üç kuşağının heba olması gerekebiliyor. Umalım ki, Ukrayna bu gerçeğin ayırdına varmak için öyle bir bedel ödemek durumunda kalmasın. Ve umalım ki, Cenevre’de ıskalanan fırsat, başka bir görüşmede kısa zamanda yakalanabilsin.
twitter: @akdoganozkan