Çok sevdiğim bir Volkswagenim vardı.
Durduğu yerde direksiyonunu çevirmek için fil gücü gerekirdi. Hareket halindeyken köşeyi döndürmek için de en azından iki at gücü gerekirdi. Tamamen durmadan birinci vitese geçmeyen bir şanzımanı vardı. Frene basınca bir yana çekmeye başlardı. O ne tarafa isterse oraya giderdim. Güzeldi, şıktı, pek romantikti. Üzerinden yıllar geçti. Birçok otomobil kullandım, denedim.
Geçen hafta kullandığım başka bir şeydi. Başlıkta abarttım mı bilmiyorum, okuyunca siz karar verin.
Bu otomobil kendi kendine gidiyordu. Gerekince kendiliğinden duruyordu. Direksiyonu ben tutuyordum ama hata yaparsam, doğru olanı o yapıyordu. Yanlış şerit değiştirmiyordu. Hep aynı çizgide gidiyordu. Kör noktadan geleni, aniden çıkan kamyonu, yolun etrafındaki trafik işaretlerini görüyor, okuyor, uyarıyordu. Önde duran arabaya çarpmamak için, kendi kendine fren yapıp, duruyordu.
İzmit yakınlarında dört şeritli otoyolu, tam yokuşun üzerinde polis yavaşlatmıştı. Trafik değil, asayiş çevirmesiydi. Bombalı aracın İstanbul’a doğru geldiğini haber almışlar, her arabayı inceliyorlardı. Kamyonlar, otobüsler, otomobiller omuz omuza, adım adım, dur kalk, bu yokuşta 30 dakika kadar debelendiler. Ben, düğmelerden birine bastım, ayaklarımı pedallardan çektim. Direksiyonu tutmama da pek gerek yoktu. Otomobil öndeki araca kilitlendi. O durunca biz de duruyorduk. O bir kaç adım ilerleyince biz de ilerliyorduk. Bir ara yol açılır gibi oldu, hafif hızlandık. Öndeki araçla arama bir minibüs daldı. Bu defa bu minibüse kilitlendik. Minibüs durdu biz de durduk. Minibüs yürüdü, biz de yürüdük. Ben hiç bir şeye karışmıyordum ve adım adım gidiyorduk.
Çevirme noktasını geçince yol tamamen açıldı. Herkes zincirlerinden kurtuldu. Etraftaki araçlar köpürerek yola saldırdılar.
Biz efendice hızlanmaya başladık. Yolun sağındaki “100” tabelasını benden önce görmüş, okumuş ve anlamış. Kilometre saatinin üzerinde, gözüme sokarcasına “azami hız 100” işareti göründü.
Saatte 100 kilometre hıza henüz ulaşmıştık ki, 20 tonluk BMC’nin ensemize bindiğini gördüm. Yol istiyor. Ama sağda da başka bir 20 tonluk dev var. O da hemen hemen 100 ile gidiyor. Onu geçeceğiz ki, kenara çekilelim. Gaza dokundum. Yemiyor. Biraz önce “azami hız 100 km.” tabelasını gördü, okudu ve bana da söyledi ya, daha hızlı gitmek istemiyor. Israrcı oldum, gaz pedalındaki direnç yok oldu ve son derece atik, hızlanmaya başladı. Sinyal verdim, sağa çekildim. Arkamdaki BMC homurdanarak geçti gitti.
Hata sevmiyor
Şeridimde gidiyorum. Biraz önce yokuşta debelenen sonra da çıldıran araçlar hemen hemen yok oldular. Hiç bir sıkıntı yok. Şahane bir ses sistemi var. Koltuk sırtımı şefkatle kavramış. Direksiyon simidine dokunmanın hissi mükemmel. Hızım 100 civarında. Hava güzel. Çok iyi hissediyorum ve içerdeki şık detayları göz ucu ile inceliyorum.
Hop, sanki biri direksiyona dokundu ve zarafetle sağa doğru hafifçe çevirdi.
Bendeniz, güven ve konfor hissini abartırken sol şeride yaklaşmışım. Kendi şeridimden çıkmak üzereyim ya, müdahale ediyor ve beni kendi şeridimde tutuyor. İlerlediğim şeridi belirlemiş. Sinyal vermeden şeridimden çıkmak üzereyken, bunun tehlikeli bir durum olduğuna karar vermiş ve beni tekrar şeridimin içine itmiş. Sinyal versem, böyle bir müdahalede bulunmayacak.
Bunu fark edince oynamaya başladım. Direksiyonu hafifçe sola yönlendiriyorum. Soldaki şeride yaklaşınca sağa doğru hafifçe itiyor. Bu defa sağa doğru akmasına izin veriyorum. Sağ şeride çıkmak üzereyken bu defa da sola yönlendiriyor. Beni şeridin içinde tutuyor. Bunu son derece nazikçe ve hızıma uygun ritimde yapıyor. Israrlı olursam direksiyon simidini azıcık titreterek de uyarıyor. Daha da ısrarcıysam, bana bırakıyor.
Bana saygı duyuyor
Ben böyle keyiften dört köşe olmuş oynaşırken, direksiyonun arkasında “Hemen bir mola ver. İyi durumda değilsin” işareti çıkıyor. Otomobil benden memnun değil. Hareketlerimi formda ve mantıklı bir sürücüye yakıştıramamış.
Peki! Hemen önümde Opet’in girişi var. Sinyal ile sağa doğru niyetlenirken, sağ aynaya göz atıyorum. Şerit bomboş. Sağa yaklaşmanın uygun olduğuna karar verip direksiyonu çevirmeye başlayacağım ki, sağ aynaya yakın bir koca sarı ışık kendini paralıyor. Yanıp yanıp sönüyor. Aynanın kör noktasında, benim aynaya baktığım halde göremediğim yerde bir motosiklet var. Otomobil bunu görmüş ve beni ışıkla uyarıyor.
Yola dik duran iki minibüsün arasına ben de dik olarak park ettim.
Kapı kolunu çektim, sanki benim parmaklarımı bekliyormuş hissi. Çok iyi yerleştirilmiş. Alışkanlığımdır, koltuğu hafifçe geri çekip, indim. İşim kısa sürdü, döndüm. Ona doğru yürüdüm. Arkadan da çok güzel görünüyor. Ön kapıya doğru yaklaşırken, parmaklarımdaki arkaya kapıya ve oradaki kıvrıma dokunma hissini durdurdum. İçeri girdim. Koltuk benim daha önce ayarladığım pozisyona kendiliğinden geldi.
Park ettiğim yerden geriye doğru çıkmalıyım. En sevmediğim pozisyonlardan biri. İki yanımda yüksek araçlar, etrafı göremiyorum. Geri vitese taktım. Hafifçe bagajı uzatarak çıkacağım. Gelen varsa beni görüp önlem alacak, ancak böyle çıkılabilir çünkü imkanı yok yol görünmüyor. Bunu baştan düşünüp, böyle park etmemeliydim. Yavaş, yavaş, hafif hafif şansımı zorluyorum. Gerginim. Otomobilin içinde son derece kararlı hiç beklemediğim bir ses duyuluyor. Siren gibi mi desem, değil çünkü kararlı, güçlü ama kibar da. Meğer radar benim göremediğim yeri görmüş, benim yaklaştığım alanın boş olmadığını belirlemiş, uyarıyor, “Gelen var çıkma” diye. Dudaklarda hafif bir gülümseme, ses kesilinceye kadar çıkmıyorsunuz tabi.
Ruh sahibi
Bu otomobil Volvo V40. Yepyeni.
Ulaşılabilir bir fiyatı var. Şehirli ve karizmatik. Son derece modern. Hoş ve ayrıcalıklı hissettiriyor. Diğer Volvo kullananlarla selamlaşma isteği doğuruyor. Dışı ayrı içi ayrı detaylarla bezenmiş. Bilmiyorum nasıl yapmışlar, hem iddialı, hem sakin, hem de hırslı.
Sanırım hırsı, biraz gazlayınca daha çok beliriyor. Ben Opet’den çıkarken hava kararmaya başlamıştı. Direksiyonu nereye çeviriyorsanız, farların bir kısmı da oraya dönüyor. Karşıdan gelen varken uzun farları otomatik olarak ona göre ayarlayıp saygı gösteriyor.
Yola çıkarken akan trafiğin içine katılmak üzere gaz pedalını biraz denedim. Anında yanıt. Yine başka bir güven hissi. Başka bir spor sürüş zevki. Hemen yeterli hıza ulaştık. Trafiğin içinde hızdan korkarım, fazla yüklenmedim.
Düğmeleri kapattım. Şimdi artık kendim kullanıyorum. Trafiğin içinde akıyoruz...
Direksiyonun üzerinde, gece karanlığında ön camda 3 kırmızı ışık belirdi. Öndekine çok yaklaştığımı düşünüyor... Biraz daha devam edince ne olacağını merak ettim, ön camda parlayan ışıklar 5 oldu... “iyice yaklaştın, tehlikeli işler bunlar” demek oluyor.
Bu arada zarif renklerle ve ışık huzmeleriyle bezeli iç dünya çok davetkar. Rafine zevklerle donatılmış, ucuz olmayan ama mütevazı, boğaz manzaralı bekar evine benziyor.
Belli ki, insana saygıyla tasarlanmanın sonucu. Parlak bir mirastan geliyor. İskandinavlar yine güzel iş çıkarmışlar.
Bu otomobilin kendi yolcuları için barındırdığı hava yastığı sayıları gibi konulardan söz etmedim ama herhalde işin bu tarafı anlaşılmıştır. Fakat şunu mutlaka eklemeliyim: Bu otomobilin motor kaputunun dışında da bir hava yastığı var. Olur da bir yayaya çarparsanız, yaya en az zararla kurtulabilsin diye. Bu hava yastığı sistemi, Dünyada ilk kez kullanılıyor.
Bir otomobilin hem ruh sahibi olması hem de neredeyse bir robot kadar ileri teknolojiyle buluşabilmesi, 10 yıla çok şeyin sığacağını göstermiyor mu?