06 Ocak 2014 18:27
Eski Yargıtay Başkanı Prof. Dr. Sami Selçuk, yolsuzluk ve rüşvet iddiaları çerçevesinde yürütülen soruşturma operasyonu sonrası başlayan yargı tartışmasını yorumladı. "Yargı vesayeti diye bir şey söz konusu olmaz" diyen Selçuk, "Türkiye’de hiçbir dönemde böyle bir şey yaşanmadı. Bugün yaşanan, bunun tam tersidir. Yani bir uçtan bir uca savrulup duruyoruz" ifadesini kullandı.
Bugün gazetesinden Seda Şimşek'in sorularını yanıtlayan Sami Selçuk, Balyoz davasında Başsavcı'nın dosyayı Ceza Genel Kurulu’na götürmemesini eleştirdi.
Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararı verdiği adli kolluk yönetmeliğindeki değişikle ilgili Danıştay'ın verdiği yürütmeyi durdurma kararının yerinde olduğunu belirten Selçuk, "Adli kolluk yönetmeliği'nde Yapılan düzenlemenin yanlış olduğu o denli açık ve “maruf bilgi”lere ters düşüyordu ki, sokaktaki hukukçu olmayan insan bile onu bilmekteydi. Değişiklik,“Van Gölü İzmir’dedir” demeye benziyordu" ifadesini kullandı.
Polislerin soruşturmayı amirlerine bildirmedikleri için görevden alınmalarını da değerlendiren Selçuk, "Polis, suç işlenmeden önce de suçu önlemek amacıyla önlem alır. Bu ana dek kendi amirlerinin emrindedir, idari kolluktur. Suç işlendiği andan itibaren ise polisin adli kolluk görevi başlar, mülki amirlerin buyruğundan çıkar, cumhuriyet savcısının buyruğuna girer, artık sadece savcıdan buyruk alır ve bilgileri herkesten, bu arada kendi mülki amirinden de gizli tutar" dedi.
Seda Şimşek'in Bugün gazetesinde yayınlanan söyleşisi şöyle:
Son günlerde yaşanan tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben hukukun bu kadar yerle bir edildiği bir dönemi hiç yaşamadım. Çok tatsız. Kaygılıyım.
Türkiye’de yıllardır yargı vesayeti konuşuluyor.
Yargı vesayeti diye bir şey söz konusu olmaz. 1999 yılındaki konuşmamda, “Yargı ve yasama, yürütmenin kuşatması altındadır” dedim. Bunun çaresini de göstermeye çalıştım. Şimdi ise tam tersi söyleniyor. Yargı insanları gerçekten yasamayı ve yürütmeyi kuşatırlarsa bu rejimin adına “dikastokrasi” ya da “jüristokrasi”; yani, “yargıçlar egemenliği” ya da “yargıçlar yönetimi” denir. Türkiye’de hiçbir dönemde böyle bir şey yaşanmadı. Bugün yaşanan, bunun tam tersidir. Yani bir uçtan bir uca savrulup duruyoruz.
Nasıl?
17 Aralık’ta iktidar kıyameti kopardı,”üstünlük” tartışmasına girdi. Daha önceleri yaptığı gibi soruşturmayı destekleseydi güç kazanırdı. Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 160. maddesine göre, savcı ihbar ya da ne yolla olursa olsun bir suç işlendiği izlenimini veren, -dikkat edin suç kanıtı değil, izlenim- bir durumu öğrenir öğrenmez kamu davası açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere işin gerçeğini araştırmakla yükümlüdür. Yani, suç işlendiği izlenimi varsa, hemen harekete geçmek, buyruğundaki adli kollukla kuşkulunun sadece aleyhindeki değil, lehindeki kanıtları da toplamak zorunda. Aynı yasaya göre, buyruğundaki kolluk, sadece savcıya gelişmeleri bildirecek, buyruk alacak, görevini savsaklayan adli kolluk görevlileri hakkında savcı kimseden izin istemeden dava açabilir.
Burada adli kolluk görevini de polisin yürütmesi sebebiyle bir sıkıntı mı ortaya çıkıyor?
Polis, suç işlenmeden önce de suçu önlemek amacıyla önlem alır. Bu ana dek kendi amirlerinin emrindedir, idari kolluktur. Suç işlendiği andan itibaren ise polisin adli kolluk görevi başlar, mülki amirlerin buyruğundan çıkar, cumhuriyet savcısının buyruğuna girer, artık sadece savcıdan buyruk alır ve bilgileri herkesten, bu arada kendi mülki amirinden de gizli tutar. Yani polis, adli kolluk olarak bilgisini amiriyle paylaştığı anda suç işlemiş olur. Bu düzenleme doğrudur ve AB ölçütlerine uygundur.
Ayrı bir adli kolluk teşkilatı mı kurulması gerekiyor?
Aslında en doğrusu ayrı bir adli kolluk ama bu kurallar iyi uygulanırsa buna gerek yoktur.
Bazı kanıtların uydurulduğu yönünde iddialar dile getiriliyor.
Her suçlu yargının karşısına bu türden savunmalarla çıkar. CMK’nın 170. maddesine göre, gizli olarak yürütülen soruşturma evresi sonunda, toplanan kanıtlar, suçun işlendiği hususunda “yeterli kuşku”, “kesin” değil yeterli kuşku oluşturduğu anda cumhuriyet savcısı iddianamesini düzenlemek ve kamu davasını açmakla yükümlüdür. Savcıların, yasanın 171. maddesinde belirtilen sınırlı durumlar dışında, takdir yetkileri asla yoktur. Tersine “dava açma zorunluluğu” var. Dava kuşkuyla başlar, kuşkunun ortaklaşa yenilmesiyle sona erer. Savcı, yeterli kuşku ile dava açar ama “kuşkuyu tam yenemedim, kanıtlar kesin değil” diyerek aklanma da isteyebilir. Bunda bir çelişki yok.
Yıllarca Yargıtay’daydınız, eski Adalet Bakanı da bir iddiada bulundu, yargıda paralel bir yapılanma var mı?
Ne bileyim ben. Yargıda böyle bir yapılanma varsa karalar bağlamak lazım. Eski bir bakan, hukukçu, çok önemli bir iddiada bulunuyor. Böyle bir yargıç varsa derhal hakkında işlem yapılır ve yargıçlık görevine son verilir. Bakan, kimsenin başvurusunu beklemeksizin bunu açıklamak zorunda. Bunu duyan bir görevli o suçu ilgili makama bildirmemişse TCK’nın 279. maddesini çiğnemiş olur.
Bu noktada yaşanan hukuk karmaşasının ortadan kalkması için ne öneriyorsunuz?
Her iki tarafa tavsiyem şu: “Bu iktidara suikasttır” ya da “Suç sabittir” diyenler de susmalı. Özellikle çarpık akıl yürütmelerinden, paralojizmlerden, özellikle kanıtlanacak sonucun daha baştan doğru öncül olarak benimsendiği “kısırdöngü”lere, “circulus vitiosus”, “petitio principi”lere, eski deyişle “müsadere ale-l-matlûb”lara, kıyas-ı fasittir başvurmaktan kaçınılmalı. “Eğer şunları yapmazsan başına şunlar gelir” gibi, baskıyla, yanıltıcı akıl yürütmeler (argumentum ad baculum), düşünce yerine kişiyi çürütmeye, kişiliğe yönelik kanıtlamalar (agumentum ad hominem, şahsiyat yapma), olgulara değil de, varsayımlara, komplolara ya da bilgisizliğe yaslanan sonuç çıkarmalar (argumentum ad ignorantium), olasılıkları kanıt olarak öne sürmeler (argumentum ad judicium) ya da duygu sömürüsüne başvurarak kanıt getirmeler (argumentum ad misericordiam), çoğunluk ya da halkın önyargılarına dayanan yanıltıcı akıl yürütmeler (argumentum ad populum), asıl konuyu gözden kaçırma yoluyla akıl yürütmeler (ignoratio elenchi) mantık çarpıtmalarının en tiksinç örnekleridir. Çünkü bunların hepsi, doğruya ya da gerçeğe ulaşmanın düşmanıdır. Bunlara başvurmadan işi yargıya bırakmalı. Yargı da sağ salim kararını vermeli.
Jüri sisteminin gündeme gelebileceği belirtiliyor...
Kimileri bilgi kırıntılarına ve duyduklarına dayanarak Kara Avrupası’ndaki hukuk sistemi ile Anglosakson hukuk sitemini birbirine karıştırıyor. Biz, Kara Avrupası hukuk sistemi içindeyiz. Kara Avrupası’ndaki jüri sistemi yargıçlarla birlikte çalışır. Anglosakson sistemi ise başka türlü çalışır.
Jüri sistemi Türk hukuk sistemine entegre edilebilir mi, edilemez mi?
Ben yıllardan beri jüriyi savundum ama kimi koşullarla. Jüri, Kara Avrupa sisteminde olduğu gibi olmalı. Koşullarını iyi belirlemek gerekir. “Jüri üyeleri hukuk bilmez, yargıçlık yapamazlar” demek yanlıştır, bu jüri sistemini bilmemektir. Dinlediğiniz birinin yalan söyleyip söylemediğini anlamak için hukuk öğrenimi görmenize gerek yok. Kara Avrupa sisteminde yargılamanın her aşamasında jüri var, Anglosakson sistemde ise yok. Anglosakson sistemde jüri, “Bu eylem sabittir, bu eylemi Joni işlemiştir” der ve orada jürinin görevi biter, yargıcın işi başlar, “işlememiş” derse zaten hem jürinin hem yargıcın işi biter. Kara Avrupa sisteminde ise bu konulara da jüri girer ama meslekten yargıçların yol göstermeleriyle.
Siyasi iktidar kendisine suikast yapıldığını düşünüyor, bunu nasıl durduracak?
Siyasal iktidar, cumhuriyet savcılarına adeta “Bu eylemin üzerine gitmeyin” diyor. Asıl yanlış ve acı olan bu tutum. Kurumları karşısına alması da yanlış. Kurum içindeki insanların birbirine düşürülmesi de yanlış. Yanlışların en büyüğü de cumhuriyet savcılarından ülkeyi kurtarmalarını istemektir. Savcıların böyle bir görevi yok. Olamaz da. Bakanlar, “Türkiye, bu savcılar yüzünden şu kadar para yitirdi” diyorlar. Savcıların ve yargıçların ülkeyi kurtarmak diye de bir görevleri yoktur, olamaz da. Olursa işte o zaman “yargıçlar yönetimi”ni getirmiş olursunuz. Ülkeyi kurtarmak isteyen bir yargıç ya da savcı, cüppesini çıkarır, siyaset yapar. Cumhuriyet savcısı ya da yargıç ülke batacak diye bir suçu görmezden gelemez veya aklayamaz.
Bir savcı adliyenin önünde basın açıklaması dağıttı, Başsavcı cevap verdi.
İstanbul savcıları kamuoyu önünde birbirleriyle tartışıyorlar. Yersiz. Görevden alınan savcının bildiri dağıtması doğru bir davranış değil ama “Acaba ne oldu da yürüttüğü soruşturmayı 15 ay boyunca gizli tutmayı başaran bir savcı böylesine patlama noktasına geldi” diyorum. Başsavcının açıklaması, bir başka savcının demeci ise tüyler ürpertici. Savcıların kamuoyu önünde tartışmaları yakışıksız. Başsavcılığın bütünlüğü ilkesine de aykırıdır. Hele iktidarla ya da muhalefetle bütünleşmiş havasını vermeleri çok üzücü. Herkes işine dönmeli. Başsavcı bu tür işleri de makamında yapmalı.
Soruşturmanın bir savcıdan alınıp başka bir savcıya verilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Başsavcılık bir bütündür. Soruşturmaya savcılardan biri başlar, bir başkası sürdürebilir. Bunda bir sakınca yoktur. Çünkü o iş savcının tekelinde değildir ama böylesine bir olayda değişiklik yerinde değil. Öte yandan duruşma yargıcını asla görevden alamazsınız.
Bir de milli irade meselesi var, yargı milli iradeye karşı sorumlu mu?
Dünyanın hiçbir tarafında yargının önündeki bir konu hakkında halk karar vermez. Böyle bir sistem yeryüzünde yok. Bunun çözüleceği merci yargıdır.
HSYK’da referandumda yapılan düzenleme yanlış mıydı size göre?
HSYK’daki üye sayısının çoğaltılması doğruydu ama her şey doğru değildi. Bugünkü sistemin benzeri aslında 1961-1971 arasında denendi, sakıncaları ve yanlışları görüldü, bırakıldı. Yanlışı denemek şeddeli yanlıştır. O dönemde, Yargıtay ve Danıştay kanadından gelmeyen üyeler gözlerini Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine diktiler. Bu üyelikleri kapabilmek için kimseyi incitmemeye özen gösterdiler, görüşlerini söylemekten kaçındılar. Bu zeminin silinmesi ve aynı sorunun yaşanmaması için düzenleme yapılırken, ben taşradan gelen üyelerin görevlerine döndüklerinde en az 8 yıl eski görevlerini sürdürmelerini önermiştim.
HSYK’nın yapısında bir değişiklik yapılmalı mı, yapılmamalı mı?
HSYK’nın yapısında bir değişiklik yapılabilir ancak önce temel ilkeler belirlenmeli. Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun başında Adalet Bakanı bulunduğu, müsteşar da üye olduğu sürece bağımsızlıktan söz edilemez. Müsteşar çıkmalı, Adalet Bakanı HSYK’nın bünyesinde kalabilir ama oy kullanmamalı. Adalet Bakanı, elbette adliye ile ilgili konularda bilgi sahibi olmak ve HSYK’yı aydınlatmak durumunda. Sarkozy 2008 yılında Hakimler ve Savcılar Kurulu’nu ikiye ayırdı. Hâkimler Kurulu’nun başına Yargıtay Başkanı’nı, Savcılar Kurulu’nun başına da Yargıtay Başsavcısı’nı getirdi.
Üye seçimleri ile ilgili ne düşünüyorsunuz?
Onlar ayrıntı. Herkese soruyor ve dürüst yanıt istiyorum: Yargıtay ve Danıştay’daki blok oylar nasıl ortaya çıkıyor? Hem oy kullananlar hem de iktidar bunun yanıtını vermek zorunda. Bağımsızlık ve nesnellik ilkeleriyle bağdaşmıyor bu durum. Bu ilkeler temelinde iyileştirme yapılabilir. HSYK, yürütme organından bağımsız olmalı. Fransa’daki gibi savcılar ve yargıçlar için ayrı ayrı kurullar oluşturulabilir, gerektiğinde bu kurullar birlikte toplanabilir. En önemlisi de İtalya’da olduğu gibi bu kurumlardaki görüşmeler, “gün ışığında demokrasi” ilkeleri uyarınca kamuoyunun önünde açık yapılmalı. Seçim sistemleri gözden geçirilmeli. Cumhurbaşkanı dahil yasama ve yürütmeye yetki tanınmasını doğru bulmuyorum. Yargıçlar ve savcılar kendileri seçsin, taşradan üye gelmesinde ısrar ediliyorsa görevleri bitince eski görevlerine 8 yıl süreyle dönmeleri koşulu getirilmeli. Yargıtay ve Danıştay’dan üye sayısı daha çok olmalı çünkü şu anda yargıda bağımsız olan sadece onlar.
HSYK’nın Adli Kolluk Yönetmeliği ile ilgili yaptığı açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Danıştay’ı etki altına aldığı gibi eleştiriler boş. Bu eylem, TCK’nın 288. maddesine girmez. Yapılan düzenlemenin yanlış olduğu o denli açık ve “maruf bilgi”lere ters düşüyordu ki, sokaktaki hukukçu olmayan insan bile onu bilmekteydi. Değişiklik,“Van Gölü İzmir’dedir” demeye benziyordu. HSYK’nın her duyurusunu yayımladığı sitesinde görüşünü duyurmasında hiçbir sakınca olamaz.
Bazı davalarla ilgili yeniden yargılama yolu tartışılıyor, formül aranıyor.
Başsavcı onca gürültüye rağmen Balyoz Davası’nda Ceza Genel Kurulu’na gitmedi. Doğrunun peşinde koşan bir başsavcı, bu sorumluluğu 5 yargıcın omuzlarında bırakamaz ve kendinden menkul adalet kavramı ile yetinemez. 30-40 kişinin tartışacağı Ceza Genel Kurulu’na gider. Dairenin bütün görüşlerine katılsa bile “Bu dava kimsenin tekelinde değildir, bir de Ceza Genel Kurulu’nda tartışılsın” demek zorundadır. Bu sorumluluktan kaçındı.
Bu davalarda yeniden yargılama şartları hukuken ortaya çıktı mı sizce?
Ceza yargılamasında, yargılanmanın yenilenmesi kurumu var ve koşulları belli. O koşullar varsa elbette yenilenir. Balyoz kararında verilmiş olan kararlar sakat. Ben kanıtların neler olduğu ve nasıl toplandığı konusunda bir görüş bildiremem. Yargıtay 9. Ceza Dairesi’nin kararını inceledim, dairenin “Olayın şöyle olduğunu kabul ediyorum” demesine göre uygulanması gereken madde yanlış. Yani hukuki adlandırmada yanlışlık var. “Suç sövmedir” dedikten sonra “yaralama” maddesinden hüküm kuramazsınız.
Süre bitti mi, artık gidilemez mi?
Süre bitmiş değil. Başvuru sanık yararına olduğu zaman süresizdir, sanığa karşı olursa sürelidir. Bütün bunlar adli yanılgının giderilmesi için getirilmiş kurallardır.
Hukuki hataların düzeltilmesi için bir affın gündeme gelebileceği konuşuluyor.
Af, Meclis’e ait bir konu. Eğer, genel bir af çıkarsa, orada da benim önerim, 1960 affında olduğu gibi affı reddetme hakkı olmalı. Suçlananlar “Ben af istemiyorum” diyebilmeli. Çünkü çoğu “Ben suçsuzum neyi affedecekler” diyor. Bu sorunun yanıtı için koşullu bir af getirilmeli. Yeniden yargılama yoluna büyük olasılıkla gidilecek gibi görünüyor. Başbakan’ın danışmanı, “Bu savcılar kumpas peşindedir, orduya da kumpas kurdular” diye ekliyor. Kanıtların uydurma olduğunu söylemiş oluyor. Dolayısıyla bütün kararlar geçersiz oluyor. Bu kişi bir milletvekili, Başbakan’ın en yakın danışmanı. Yani, bu bir devlet ağzı. Devlet kendini çürütüyor. Ben yaşamımda ilk defa böyle bir kargaşaya rastlıyorum.
Yargıtay, Danıştay üyeliği seçimlerinde objektif kurallar işliyor mu?
Kuşkuluyum. İşleseydi bu durumlar yaşanır mıydı?
Hiç işledi mi Türkiye’de?
Tam işlediğini hiçbir zaman söyleyemem, ama bu gerçek bugün daha çok gün ışığına çıktı. Nesnellik, yansızlık benim kanımca bir ahlak işidir. Hukukta dayanışma diye bir şey olmaz. Hukuk kurallarla işler. O kuralların dayanışmaya ihtiyacı yok. Doğru yorum yapıp, doğru uygularsınız. Hepsi bu. Siz Türk yurttaşı olan bir Ermeni, Rum ya da Yahudi kökenlinin bugüne dek Yargıtay, Danıştay ya da Anayasa Mahkemesi’ne üye seçildiğini gördünüz mü? Ben görmedim, anımsamıyorum. Demek ki kurallar yeterince uygulanmıyor. Fransa’da 1996’da Yargıtay üyesinden ikisi, aileleri Türkiye’den göçmüş Ermeni kökenli Fransız yurttaşıydı. Birisi ile de görüşmüştüm. Bizde var mı? Hâlâ çoğulculuğu benimsemiş değiliz, ilkel bir toplum ve devlet anlayışını yaşıyoruz. Bir insan mesleğinde başarılı olmuşsa onun dini, inancı, kökeninin ne olduğu kimseyi ilgilendirmez. Onu Türk yurttaşı kabul etmişsiniz ama önünü açmamışsınız. Türkiye’nin daha çok şeyleri değiştirmesi gerekiyor.
© Tüm hakları saklıdır.