Gündem

Cemaat mi tehlikeli hükümet mi?

Yaşananları, ortaya çıkan belgeleri, ileri sürülen iddiaları 'evrensel hukuk' ölçüsüyle değerlendirenler ürkütücü olanın bizzat Türkiye olduğunu görüyorlar

16 Aralık 2013 10:35

Mehmet Altan*

Cemaat-AK Parti gerginliğinin ortalığa saçtığı belge ve iddialar umacı masallarına dönüştü. MGK  kararlarıyla  kendi  halkını  fişleyen,  bunu  ortaya  koyan  gazeteyi  ve  gazetecileri  ‘vatan haini’ diye suçlayan, istihbarat unsurlarının yargı mensuplarıyla koordineli olarak gazetecileri dinlediğini  Başbakan  imzasıyla  kabul  eden,  iki  yıldır  Uludere  Katliamı’nın  üzerini  örten, demokrasinin özünü oluşturan Sayıştay raporlarını sumen altı eden bir siyasal iktidar ile…

Özellikle emniyet ve yargıda olmak üzere devletin içinde ‘çeteleşerek’ askerleri, gazetecileri, kısaca  canını  sıkan  herkesi  tutuklayan,  mahkûm  eden,  son  ayrışmadan  sonra  da  siyasal iktidara  karşı  ‘cuntalaşarak’  saray  darbesi  yapmaya  çalıştığı  iddia  edilen  bir  Cemaat yapılanması. Çatışmanın içinde yer alanların argümanları özetle bunlar. ‘Hak,  hukuk,  modern  devlet  teorisi’  bilinciyle  yazılıp  çizilenlere  sakince  bir  göz  atmanız halinde, aklınıza ilk gelen ‘burası gerçekten bir devlet mi’ sorusu oluyor. Gerçek  bir  devlette  bu  iktidarın  yaptıklarını  yapmak  mümkün  mü,  gerçek  bir  devlette  bir cemaatin bu söylenenleri yapmasına izin verilir mi?

Hükümetin  yaptıkları  zaten  belgelerle  kanıtlandığı  için  tartışılır  bir  yanı  yok;  eğer  Cemaat hakkında  iddia  edilenleri  yaptıysa  onun  üyeleri  de  suç  işlemiş  demektir  ama  on  iki  yıllık iktidarı  boyunca  bunları  yapması  için  ona  izin  veren  siyasal  iktidarla,  ‘ne  istediler  de vermedik’ diyen başbakan da onun suç ortağıdır.

Bütün  bu  kanıtlar  ve  iddialar  bize,  hukuki  çerçevesi  çizilmemiş,  vatandaşlarının  hiçbirinin güvencede olmadığı, gerçek bir devlet yapısı oluşturamamış umacı bir toplumda yaşadığımızı gösteriyor. Askeri vesayetin devlet adı altında oluşturduğu dehşet verici kaos belli ki aynen, hatta belki biraz  daha  da  artarak  sürüyor.  Bu  kaosu  yaratanların,  sürdürenlerin,  paylaşanların bizzat kendileri de dâhil olmak üzere hiç kimsenin güvende olmadığı, vahşi bir cangılda yaşıyoruz anlaşılan.

***

2009 yılının hemen başında bir sabah Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları medyaya bağırıp, çağırıp, söylenmişler, akşama da Askeri Mahkeme harekete geçmişti. Ertesi  gün  de  Cumhurbaşkanı  Abdullah  Gül,  yasama,  yürütme  ve  yargı  organlarının başkanlarıyla  bir  araya  gelmiş;  ülkemizde  özellikle  demokrasinin  derinleşmesinin,  hukukun üstünlüğüne  ve  temel  ilkelerine  titizlikle  bağlı  kalınmasının,  uygulamalarda  usul  yasalarına azami  özen  gösterilmesinin,  Türkiye’yi  daha  da  güçlü  kılacağını,  karşılaşılan  sorunların aşılmasını kolaylaştıracağını ve toplumda güven ortamını pekiştireceği söylemişti. Cumhurbaşkanı Gül’ün  girişimi toplumu  nispeten  rahatlatan,  psikolojik  etkisi  yüksek  ve iyi niyetli bir girişimdi.

***

Ama  ‘hukukun  üstünlüğüne  ve temel ilkelerine titizlikle  bağlı  kalınması’  sadece iyi  niyetle olabilir mi? ‘Çakma Montesquieu’ başlıklı yazıyı o tarihte bu nedenle kaleme almıştım.

Bir bölümü şöyleydi:

“‘Kuvvetler Ayrılığı’...

Burjuvazinin elinin ayağının tutmaya başladığı...

‘Mutlak Monarşi’lere baş kaldırdığı...

Bireyi  devlete  karşı  korumanın  kaçınılmaz  bir  mecburiyete  dönüştüğü  bir  süreçte  ortaya çıktı...

***

Ben, 25 yılı aşkındır üniversitede ders veririm...

Ama  Montesquieu’yu  ve  Kuvvetler  Ayrılığı’nı  yukarıdaki  tarihsel  bağlamda  derli  toplu anlatan herhangi bir öğrenciye de maalesef rastlamış değilim. Teorik temelleri Locke ve Montesquieu’ye dayanan...

18’inci  yüzyılda  devlet  otoritesinin  kötüye  kullanılmasına  karşı  bir  güvence  olarak  ön  plana çıkan  Kuvvetler  Ayrılığı  prensibi;  klasik  anlamıyla  yasama,  yürütme  ve  yargı  erklerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlanmakta...

Kuvvetler  Ayrılığı  prensibiyle  amaçlanan  her  bir  gücü,  diğeri  karşısında  özerk  kılmak,  her gücü  kendine  özgü  işlevlerle  sınırlamak  ve  böylelikle  güçlerin  kötüye  kullanılmaması  için aralarındaki dengenin herhangi biri lehine bozulmasını engellemek.

1789  tarihli  Fransız  İnsan  ve  Vatandaş  Hakları  Bildirgesi’nin  16’ncı  maddesinde, ‘hakların güven  altına  alınmadığı,  Kuvvetler  Ayrılığı’nın  yapılmadığı  bir  toplumda  anayasa  yoktur’ ifadesiyle Montesquieu’nun öğretisi uygulamaya geçmiş oldu. Böylelikle  hukuk  devleti,  tutarlı  bir  insan  hakları  politikasının gerçekleştirilmesi ve demokrasinin işletilmesi yolunda güç kazanıldı.

***

Yıl 2009 ama biz hala 1789 noktasından çok uzağız. Yasama, yürütmenin...

Yürütme de iktidar partisinin liderinin denetiminde. Yasamanın yürütmeyi denetlemesi de bu nedenle havada kalmakta...

Hâlbuki...

Milletvekili seçimi liderlerin tercihine değil, fiilen halkın denetimine dayalı olsa, parlamento gerçek ve bağımsız bir kimlik kazanır. Ama ne Siyasal Partiler Yasası, ne de Seçim Yasası değişiyor. ‘Tek adam’ anlayışı padişahlıktan beri ağır basmaya devam ediyor...”

***

O yazıda yargıyı da ele almıştım. “Adalete bütçeden ayrılan pay binde 7. Bu rakam ayrıca yorum gerektirmeyecek kadar durumu berrak bir şekilde açıklamakta. Türk yargısının AB standartlarına ulaşması için kırk bine yakın yargıç açığı var. Yargının on bin çalışanı içinde dil bilen sayısı ise sadece 41.

Ayrıca…

Türkiye henüz hukukun en temel prensibi olan ‘doğal hâkim’ ilkesini bile uygulayamıyor. Çankaya’daki  toplantılarda  Askeri  Yargıtay  Başkanı  ile  Askeri  Yüksek  İdare  Mahkemesi Başkanı askerler de bulunuyor. Biri sivil, diğeri de askeri olmak üzere iki Yargıtay’ı...  İki Danıştay’ı olan hiçbir demokratik ülke yok.”

***

Cemaat mi ürkütücü, hükümet mi? Yaşananları,  ortaya  çıkan  belgeleri,  ileri  sürülen  iddiaları  ‘evrensel  hukuk’  ölçüsüyle değerlendirenler ise ürkütücü olanın bizzat Türkiye olduğunu görüyorlar. Çünkü  ‘modern  devlet’in temel  prensibi  olan  ‘Kuvvetler Ayrılığı’nın  buralarda  kendisinden ziyade, şimdiki moda deyimle ancak ‘çakması’ uygulanmakta...

Gerçek  bir  hukuk  ve  demokrasi  açısından  baktığınızda  en  umacı,  en  ürkütücü  olan  gerçek de bu. Devletleşememiş yetmiş altı milyonluk bir kalabalığın hiçbir hukuki güvenceye sahip olmadan korkunç bir kaosun ve karmaşanın içinde yaşamaya çalışarak birbiriyle boğuşması.

* www.gazete360.com sitesinden alınmıştır