27 Eylül 2024

Sonbahar, şehir ve yeni sezon

Darboğaza sürüklendikçe yavaş yavaş iyi besinden, iyi eğitimden, iyi giyimden, sosyal hayattan ve yaşamı keyifli kılan her şeyden mahrum kalan/bırakılan, mutsuz bir topluluğa dönüştü şehrimin insanları. Fakat şehrin kurtarıcıları var, ödenekli tiyatrolarımız (şehir-devlet) ve devlet opera-balemiz…

Sonbahar İstanbul’a en yakışan mevsim… Okulların açılmasıyla yaz uykusundan uyanıp hareketlenen şehir, güneş ışıklarının hafif eğilmeye başlamasıyla tonları çekmecede unutulup bayatlamış bir 35 milimetrelik kamera filmiyle çekilmiş fotoğraflardaki gibi yumuşaklaşan altın günbatımları; sararan, turunculaşan yapraklar, yağmurlar, kestaneciler, trençkot, çizme ve şemsiye… Bu sonbahara özel şeyler bu şehr-i keşmekeşe nedense çok yakışıyor. Tabii bir de bu şehri her türlü zorluğuna rağmen vazgeçilmez kılan en değerli özelliğini, gerçek bir kültür-sanat şehri olduğunu yazın unutup sonbaharda tekrar hatırlıyor ve bir oh çekip “başka yerde yaşayamam” diyoruz. Ödenekli ve özel tiyatrolar, opera-bale eylül sonu gibi ufak ufak yeni sezona başlarken film festivalleri, konserler, danslar, yeni sergi açılışları, tiyatro festivali, dinletiler, söyleşiler, etkinlikler, etkinlikler, etkinlikler… Bir kültür-sanat aşığı ve yazarı için sonsuz imkanlar sunan bir kent İstanbul; büyüklüğü, yayılmışlığı ve kalabalıklığı yüzünden bazı şeylere ulaşmak sanatseverleri zorlasa da kimse kültürel etkinlik azlığından şikâyet edemez burada.

Fakat ekonomik durumun gittikçe kötüleşmesiyle paralel olarak inanılmaz artan tiyatro, konser bileti fiyatlarından şikâyet edilebilir ve edilmelidir. Darboğaza sürüklendikçe yavaş yavaş iyi besinden, iyi eğitimden, iyi giyimden, sosyal hayattan ve yaşamı keyifli kılan her şeyden, kitaptan, sinemadan, tiyatrodan, konserden mahrum kalan/bırakılan, mutsuz bir topluluğa dönüştü şehrimin insanları. Sanki güzel olan her şey erişilemeyecek kadar pahalı.

Fakat şehrin kurtarıcıları var, ödenekli tiyatrolarımız (şehir-devlet) ve devlet opera-balemiz… Bilet fiyatları ulaşılabilir, sahneleri ulaşılabilir, repertuarları zengin… Bir süredir ara verdiğim T24 yazılarıma bu şehrin nefes almasına, bu şehirden nefes almamızda büyük katkısı olan, İstanbullular için çok değerli bu kurumlarımızın 2024 sonbahar sezonu repertuarlarına bir göz atarak başlamak istedim.

İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin ve İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın evi Atatürk Kültür Merkezi (AKM) kapalıyken kültür hayatımızın üzerine koyu gri, depresif bir bulut çökmüş gibiydi. 13 yıl AKM’siz nasıl geçti, bu büyük eksikliğe nasıl dayandık, hatırlamıyor ve hatırlamak da istemiyorum. Yeni bina çok güzel, sahnesi en modern imkanlarla donatılmış. İDOB geçtiğimiz sezon sahnenin teknolojik imkanlarına başrol verdiği muhteşem bir Carmina Burana sahneye koydu. Bu sezon da devam edecek, kaçırılmaması gereken, müthiş bir gösteri. Fakat bu sezonun ilk yarısında İDOB’da prömiyer yapacak neredeyse hiç yeni eser olmaması gerçek bir hayal kırıklığı… Uçan Hollandalı geçen sezonun sonuna yetişti ve sanırım sadece bir kez oynadı, onu yeni saydık diyelim, prömiyer yapacak tek eser ancak aralık ortasında seyirciyle buluşacak Cemal Reşit Rey’in “Deli Dolu” opereti. Telif sorunları, bütçe sorunları, zaman darlığı… Sorunlar bitmez, kurum büyüdükçe de artar. Geçtiğimiz sezon Carmina Burana ve Uçan Hollandalı gibi iki büyük prodüksiyon prömiyer yaptı, bu da tamam ama yine de hiçbiri İDOB gibi bir kurumun 2024 sezonunun ilk yarısındaki tek prömiyerinin “Deli Dolu” opereti olmasını açıklamıyor. Çok daha iyi bir yerli eser seçilebilirdi, telif sorunu olmayan az sahnelenmiş yabancı başka eserler olabilirdi… İDOB’un yönetiminden beklentimiz daha yaratıcı, merak uyandırıcı ve heyecan verici bir dramaturjik yaklaşım ve programlama… Çok iyi solistler, çok iyi bir koro, harikulade bir sahne ve müthiş teknik bir donanım var. Bu imkanlarla çok daha iyi, zengin, çeşitli programlamalar yapmak kesinlikle mümkün.

Atatürk Kültür Merkezi

İstanbul Devlet Tiyatroları Ekim ayında sezona üç prömiyerle merhaba diyor. İlki çok güzel bir seçim, bir Antik Yunan oyunu, Aristofanes’in Lysistratası. İlk feminist ve ilk savaş karşıtı oyun diyebileceğimiz eser Atina-Sparta savaşı esnasında yazılmıştır ve erkeklerin devamlı savaşmasından bunalan kadınların dizginleri ele almalarını konu eder. Çok yaratıcı yorumlara açık bir oyun ve savaşlardan yine bunaldığımız bir dönem için çok iyi bir tercih. Bir diğer prömiyer yine savaş karşıtı bir oyun, İspanyol yazar Juan Mayorga’nın. Mayorga’nın Kant’ın 1795’te yazdığı, orduların gidilerek küçülmesiyle dünya devletleri arasında kalıcı bir barış idealini hedefleyen denemesinden yola çıkan oyununda başrollerde terörle mücadele ekibi K7’e katılmak için 100 aday arasından finale kalmış karakterleri ve amaçları birbirlerinden çok farklı üç köpek var, tabii hepsi insana dair bir şeyleri aynalıyorlar. DT’de Ekim ayının üçüncü ve son prömiyeri ise bir bakıma yine savaşla ilgili… Hüseyin Alp Tahmaz’ın yazdığı, Yavuz Volkan Özgömeç’in yönettiği oyun, bir kamyonun kasasında beraber yolculuk eden ve Avrupa’ya gitmek isteyen bir grup mültecinin hikayesini anlatıyor. Kısaca İstanbul DT sezona savaş karşıtı dimdik bir duruşla çok güzel bir giriş yapıyor.

İstanbul Devlet Tiyatrosu Üsküdar Tekel Sahneleri

İstanbul Şehir Tiyatroları’nın yeni sezon broşürünün tanıtım yazısı çok etkileyici: “…Hepimiz maalesef içeride yaralıyız. Hepimizin şifaya ihtiyacı var. Bu noktadan hareketle, önümüzdeki sezon, insanın önce kendiyle, diğer insanlarla, çevresiyle, hayatla, hayvanlarla, bitkiyle, canlı cansız bütün evrenle, havayla, suyla, toprak, ağaçla iletişimine odaklandık.” Ne kadar kapsayıcı ve umut veren bir yaklaşım, İŞT kalplerimizi daha broşürünün ilk sayfasındaki bu yazıyla sarıp sarmalıyor. Ve fakat;

Şehir tiyatroları geçen sezon da iki yıllık bir repertuar açıklamıştı ve bu repertuarda klasikler ön plandaydı. Bu yıl da iki yıllık program açıkladılar ancak bu iki yıllık repertuarla ilgili geçen yıl bazı eleştiriler aldıklarını, o yüzden bu yıl ikinci yıl için düşünülenleri “planlanan” olarak geçtiğini not düştüler. Açıkçası iki yıllık repertuarın mantığını anlamış değilim, mutlaka işleyiş açısından bir şeyleri kolaylaştırıyordur fakat benim ödenekli kültür-sanat kurumu idealimde o kurumlar yıllık, çeşitli ve dengeli repertuarlar yaparlar. Mutlaka klasiklere (tiyatroda Antik Yunan, Shakespeare, modern klasikler, Amerikan klasikleri, yerli klasikler) ve çağdaş, çeşitli şekillerde ses getirmiş oyunlara yer verirler. Opera-bale’de de tüm repertuarın farklı dönemlerinden/tarzlarından örneklerle az sahnelenen ya da yeni yazılmış çağdaş işlerin harmanlandığı bir programdır idealim. Opera-balemiz bu sezonun ilk prömiyerini taa aralık ayından “Deli Dolu” opereti gibi hiç heyecan vermeyen bir eserle yapıyor. Şehir Tiyatroları ise, geçen sezonu klasikler sezonu ilan ettiği için olsa gerek, (ki onlardan devam edenler olacak) bu sezon hiç klasik almamış programına. Ekim ayında geçmiş sezonlardan kalma klasikler var sahnelenen, Arthur Miller’ın Cadı Kazanı, Moliére’in Tartuffe’ü, Hamlet, Çehov’un kısa oyunu “Kuğunun Şarkısı…” Güzel, ancak neden her sezon yeni klasiklerle de buluşmasın seyirci? Şehir Tiyatrolarının yeni sezonunda Yiğit Sertdemir’in uyarlayıp yönettiği Yaşar Kemal’in ünlü eseri Ağrı Dağı Efsanesi en dikkat çekicilerden, seks işçiliği trafiğine dair, “Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince” adlı muhteşem oyunun yazarı olarak da bilebileceğiniz İngiliz oyun yazarı Lucy Kirkwood’un “Gök Kubbe”si de ilginç: Cinayetten hüküm giyecek bir kadının hamile olup olmadığına ve bu iddiasıyla idamdan kurtulup kurtulmayacağına sadece kadınlardan oluşan bir jüri karar verecektir. Bir diğer çağdaş İngiliz yazar Torben Betts’in “Yenilmez”i bizde de son derece güncel ve tanıdık bir meseleyle uğraşıyor: Ekonomik kriz sebebiyle Londra’da yaşamaları imkânsız hale gelen bir çiftin küçük bir kasabaya taşınmaları ve farklı geçmiş/sınıftan insanların yakınlaşmasıyla tuhaflaşan olaylar… Dürrenmatt’ın “Yaşlı Bayanın Ziyareti”ni bir çağdaş klasik sayabiliriz. Gençliğinde yaşadığı ilişkiden hamile kalıp terkedilen ve üstelik kasabadan kovulan Claire, 40 yıl sonra çok zengin bir kadın olarak kasabasına tek bir arzuyla geri döner: İntikam.

İBB Şehir Tiyatroları

Şehir Tiyatroları yeni sezon repertuarından sadece en çok ilgimi çekenlere yer verdim, diğerlerinden de izledikçe/yeri geldikçe bahsederiz.

İstanbullular! Ödenekli sahne sanatları kurumlarımızın bu sezon sizlere neler hazırladığını kabaca toparlamaya çalıştım. Burada bahsettiklerim dışında geçen sezonlardan devam eden bir sürü güzel iş de var, takip ediniz, cebinizde büyük delikler açılmadan sahne sanatlarıyla ilişkinizi devam ettiriniz. Bütün sahne sanatları çalışanları ve seyircileri için çok güzel bir sezon olması dileğiyle… Gelecek yazıda da bu sene gerçekten gümbür gümbür geliyor gibi duran İKSV Tiyatro Festivali’ne bakalım.


www.devtiyatro.gov.tr

 https://sehirtiyatrolari.ibb.istanbul/

https://www.operabale.gov.tr/

Zeynep Aksoy kimdir?

Zeynep Aksoy İstanbul’da doğdu. Sankt Georg Avusturya Lisesi’nden sonra ABD’de University of Rochester ve Eastman School of Music’te müzik ana dal, sahne sanatları ve sanat tarihi yan dallarında lisans eğitimini tamamladı. 

ABD’nin en prestijli üniversitelerinden Brown University’de tiyatro çalışmaları alanında yüksek lisans yaptı. Bir süre New York’ta çeşitli tiyatro ve film şirketlerinde çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönüp Radikal İki ve Milliyet Sanat’ta sahne sanatları eleştirileri yazmaya başladı. 

20 yıla yakın eleştirmenlik kariyerinde basılı neredeyse her medyada yazıları yayımlandı. “Denizkızı” adlı romanı 2003’te yayınlandı. 

T24’teki Haftalık yazıları dışında Milliyet Sanat’ta opera bale yazıları, #tarih dergisinde sinema ve dizi yazıları yayınlanıyor. 

Bu aralar bir oyun, bir film ve bir dizi senaryosu üzerine çalışıyor. Boş zamanlarında geziyor, çiziyor ve müzikle uğraşıyor. İki köpek üç kedi annesi…

Yazarın Diğer Yazıları

III. Richard: Bir kral olsam, zulmedip dursam

Ostermeier’in III. Richard’ı, dünyanın birbirinden çılgın adamlar tarafından yönetildiği/yönetileceği günümüz politik karanlığına çok güzel bir ayna tutuyor

Çık aklımdan korkunç Macbeth, çık diyorum sana!

“Spot ışığının altında bir rüya” göremedim ben. Bu “çağdaş” yorum yerine Shakespeare’in 17. yüzyıldaki orijinal sahnelemelerine süper sadık kalan, tahta kılıçlı, kadife kostümlü, tozlu ve sıkıcı bir Macbeth’i kesinlikle tercih ederdim

“Zarif ve kırılgan”: Fransa’dan bir oyun, bir sergi ve bir konser

Oğlu için adalet arayışında devlet kurumlarını karşısına alan Nadia’nın asil ve zarif kırılganlığı, Fauré’nin geç romantik şarkılarının tül gibi uçuşan notalarında ve sözlerindeki zarif kırılganlık ve Vial’in portrelerinde, kendimizden çok uzak ve büyük gördüğümüz Hollywood ünlülerinin yeni uyanmış sıradan insanlara yakınlaşan, seçilen kareler ve mizansenler itibarıyla yine çok zarif ve kırılgan portreleri…

"
"