05 Temmuz 2020

Sonsuzluk ve Bir Gün: Zamanın gölgesi

Yaşamaktan korkmak ile ölümden korkmak… Sanat, iki korkuyu da atlatmamıza yardım etmek isterken, politika bu eşsiz armağanı heba eder

Ömrüne, dolayısıyla kendine acımayan insanın zamanla ilişkisi gelecek yönelimlidir. Albert Camus bu tavrı, insanın kendine yaptığı kötülüğe yorar. Geleceğe dayanarak yaşayan, zaman ile pazarlık yapan kişi şöyle akıl yürütür: "Yarın, öbür gün, iyi bir işim olunca", hele işler bir yoluna girsin, hayırlısıyla şu plan bir gerçekleşsin… Pekâlâ, ama bu, en alenisinden bir tutarsızlık değil midir? Zira geleceğin yük envanteri arasında mutlaka ölüm de vardır. Evet, gelecek, hesaplı ya da hesapsız, daima bir şeyler getirir, fakat bütün geleceklerin ortak yükü ölümdür. Bundandır ki, yaşam deneyimlerini geleceğe havale etmek, varoluşun kanını çekmektir. Yaşamın olanaklarını ertelemek, zamanı tüketmeye yaşamak demektir. Ve ölümle satranç oynamaya kalkışmak, beklenmedik bir anda mat olmaya kapıyı aralamaktır.

Zamanın bilgisinin peşine takılan her filozof bir şekilde bocalar. Zorluğu fark eden Kant, zamanı, deneyimi mümkün kılan, ama deneyimi olmayan bir şey olarak betimler. Bunu, varoluş bağlamına çekersek, şunu söyleyebiliriz: Zaman, eylem, edim ve etkinlikleri taşıyan şeydir. Angelapolus'un duygulu şairi Alexandre'nın (Bruno Ganz) zamanla yaptığı bilinçsiz hesap tutmaz. Şairin deneyimleri son bulacak, ama zaman devam edecektir. Bir tek günü kalmıştır şairin; ölecektir. Üstelik son gününü yaşadığını bilmektedir. Yaşam boyu yaptığı hesapların tutmadığına inanan birinin bilinci, son günde en ağır hesabı devreye sokar. Hayatta hiçbir şeyi tamamlamadığına hayıflanır, üzülür şair.

Tek üzüntü… Başka bir üzüntüye gerek var mıdır? Hiçbir şeyi tamamlamadığını düşünmek… Ömrünün sonunda her şeyin eksik kaldığını görmek, son günü çok ağırlaştırır. Tamam, ama bu yine de büyük bir kazançtır. Zira bu bilince erişmek, günü en dolu güne dönüştürür. Ağırlığı doluluğundan gelir zaten. Her şeyin eksik kaldığını böylesine derinden hissetmek, şairi, hayatı boyunca ulaşamadığı yaşamın derinliğine doğru eşsiz bir yolculuğa çıkarır. Böylece ölümün kapıya dayandığı anda dahi nihilizmin ayartıcılığına tav olmaz.

Uzun, ama bitmemesi temenni edilen bir gün başlar. Bitmesin, hiç bitmesin; sonunda ölüm olduğu için değil, dopdolu olduğu için. Üstelik başlangıcına bakılırsa, hiç de sevimli bir gün gibi durmaz. Veda etmek istediği kızının duyarsız hali, güzel karısını kaybetmiş, şiir yazma gücünü yitirmiş şairin ruhuna kara bir bulut gibi çöker. Bir şairin çaresiz kalması kelimenin olağan anlamıyla ölümcüldür; ya intihar gelecektir ya da ucuz bir politikaya sığınma çabası. İntihar ederse, kendisi ölür ama şair kurtulur; politikaya sığınırsa, kendisi kurtulur ama şair ölür.

Gelgelelim ölüm o kadar yakındır ki, Alexandre ne intiharı ne de politikayı düşünür. Böylece insan, şairin yoğun bir anlamsızlık ve değersizlik duygusuyla ağlayıp sızlayacağını düşünür. Ne ki biri şairin ruhundan, diğeri hayatın cilvesinden gelen iki imkân günün rengini değiştirir. Duyarlılığı onu, son gününde yaşamı sorgulamaya iter; hayat ise, ona bir şans verir. Sokaklarda amaçsızca dolaşan şairin karşısına, yıkmaktan başka hiçbir amaca hizmet etmeyen politikaların yarattığı dünyayla cebelleşen bir çocuk (Achilleas Skevis) çıkar.

Şair ve çocuk… Şair duyarlılığı çocuğun çaresizliğine, çocuğun çaresizliği şairin acısına el atar. Olan-bitenin ardındaki sırra dikkat etmek lazım! Şair çocuğa yardım etmek için didinir, evet, ama çocuk da şairin kolundan tutup onu gerisin geri yaşamın içine taşır. Fazlasıyla anlamlı bir yardım. Şairin ömrünün sonunun anlamsızlığa ve değersizliğe kurban gitmesine engel olan bir yardım… Yersiz-yurtsuz çocuk ile ruhu sürgün şair el birliği edip bir günde ebedi bir krallık kurarlar.

Çocuğun adı yoktur, ne yönetmen ona ad koyma gereği duyar ne de şair adını merak eder. Yetişkinlerin vesile oldukları kötü çocukluk hallerini onların karşısına çıkarmak, kategorize etmeyi devreye sokan adı askıya almakla mümkündür. İdeolojiyi ve ahlakı yerinden edip, değerleri yaşamın içine taşımak için bundan daha iyi bir yol bulunamazdı. Değerler ne kadar mucizeviyse, yalnızca kendimize ait olanın değerli olduğuna inanmak da o kadar acayiptir. Şair ile çocuğun yolunun kesişmesi, uzun bir gün, filmi yapılacak kadar uzun bir gün başlatır. Zamanın akışı bağlamında diğer günlerden farkı olmayan, ama barındırdığı deneyimler bakımından sonsuz bir gün... Bu bir armağandır; hayatın son anda şaire sunduğu bir armağan…

Çocuğun şairin karşısına çıkması önemlidir, çünkü onun hayatta kaldığı yerden devam etmesine vesile olur. Eksik kalan şeyleri elden geçirecektir şair. Gelgelelim her şey eksiktir ve elde kala kala tek gün kalmıştır. Böylece zengin mi zengin bir yaşantı dünyası devreye girer. Bu, geçmiş, şimdi ve geleceği bir araya getirir. Bugünün hikmeti, zamanı derleyip toparlamasıdır. Şair, çocukluğuna gider, hemen sonra geri dönüp bir adım ötede duran ölümle hesaplaşır. Böylece, şimdi, geçmişin katılığı ve geleceğin belirsizliğiyle şekillenir. Özlem ile korkudan şimdi hissedilen duygu doğar. Böyle bir hal, düşünce, duygu ve hayalleri aynı düzleme taşır. Üçü arasındaki sınırlar erir; düşünce duyguya, duygu düşünceye, ikisi birlikte hayallere, hayaller düşünce ve duygulara dönüşür. İnsan, her yönü ve her hali bir arada bulunan bütüncül bir öznedir artık. Bu olağanüstü manevra, ölüm ile yaşam arasındaki sınırı da eritir. Ölüm, gerçek yeri olan yaşama dahil olur. 

Bu zenginliği bir güne sığdırmak, ancak güçlü imgelerle mümkün olabilirdi. Böylece bütün mekân bir tabloya, var olan her şey hareket eden birer imgeye dönüşür. Yer, gök ve deniz iç içe geçer. İnsanlar ve şeyler, olgular-üstü bir dünyanın sakinleri gibi dururlar. Bu film, şiirsel sinemanın halis muhlis örneğidir. Uçsuz bucaksız bir ovada durgun akan bir nehir kıvamında yol alır her şey. Böylesine zengin bir duygu dünyasını göze sokmadan işlemek, kamerayla şiir yazmaktır. Sıkmadan, incitmeden akan bir yaşantılar demeti var ortada. Bunun adı, etkisizlik değil, tahriş etmeden etkilemektir. Duyarlı olmak ile bunalımlı olmak arasındaki fark gibi… Duyarlılık, hassas kıldığı insanın yaşama enerjisini artırır. Oysa bunalım, enerjisini sömürdüğü, neşesini katlettiği insanın yaşamla arasını açar. Sahih sanat eseri gücünü yarattığı duyarlılıktan alırken, her kötü iş, insanın yaşama enerjisini düşüren bunalımı devreye sokar. Fark, yaşama dalmak ile oturup göğsünü yumruklamak arasındaki farktır.

"Söyle yarın ne kadar uzun?" Her şey tükenmek üzereyken şairin elinde bu soru kalır. Ne kadar saçma bir soru! Ve fakat, ne kadar güzel bir soru! Ancak bir şairin ya da bir aşığın, bir şaire yahut bir aşığa sorabileceği bir soru. Şair ve aşık dışında kimse bu soruyu sormayı akıl edemez, şair ve aşık dışında başka birinden gelebilecek herhangi bir cevap ise sadece hayal kırıklığı yaratır. Şair, soruyu duyar, ama sessizce otobüsten iner. Aşık kadın soruyu duyar ve cevap verir: Sonsuzluk ve bir gün kadar… Ve şair, ruhu sonsuzlaşacak kadar tok gözlerle bakar.

Hayat sanat değildir, çünkü fazlasıyla kabalık barındırır. Fakat sanat, ince ruhlu insanların yaşadığı bir hayattır. Tamam olduğu iddia edilebilecek bir hayat yoktur. Hayat hep eksiktir, hep eksik kalacaktır. Bu bilgiyi taşıyan sanat, bütün günlerini şairin son günü kadar dolu geçirmeleri isteyen esir perilerinin insanlara sunduğu bir armağandır. Yaşamı tamamlamaya çalışmak değil, onu dolu dolu yaşamak… Şair hakikati geç fark eder. Fark etmek çoğunlukla geç kalmaktır zaten. Ve sinema, şairin son gününü, son günü gelmemiş bizlere bir bilinç ve deneyim olarak armağan eder. Bundandır ki şair, son gününde, son gününü sevgilisi tarafından talep edilen bir armağan olarak hayal eder. Halbuki talep armağanın doğasına aykırıdır; değerini düşürüp imkansızlaştırır. Ve şair insanları değil, ama insanlığı sevgili yerine koyup, esin perilerinin emanetini yeryüzüne ulaştırır. Böylece son gün, ilk güne evrilir.  

Şair, çocuğun geleceğine yol açar; çocuk, şairin son günde eksik bıraktığı şeyi tamamlamasına yardım eder. Günün sonu yaklaşır; insanların kurduğu bu zor dünyada kalacak olan çocuk korkar, son saatlerini yaşayan şair korkar. Yaşamaktan korkmak ile ölümden korkmak… Sanat, iki korkuyu da atlatmamıza yardım etmek isterken, politika bu eşsiz armağanı heba eder.

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat: Babalar, kızlar ve karanlık tüneller

Cehennemde yaşayan babaların kızları asla cenneti yaşayamazlar. Mehmet, kızına acı çektirdiği için acı çekmiyor, acı çektiği için kızına acı çektiriyor. Onun da en az Hicran ve bizim kadar kurtuluşa ermeye ihtiyacı vardır

Kuru Otlar Üstüne: Postmodernizme göz kırpmak  

İnsanın psişik yapısının "Gerçek" ile simgesel düzeyleri arasındaki gerilimden, daha esnek bir ifadeyle, kültüre direnen yanı ile kültürel yanı arasındaki gerilimden doğan boşlukla karşılaşsaydık, filmin, insanın karanlık tarafını sorun edindiğinden söz edebilirdik. Gördüğümüz şey, varoluş sancısından, kendini gerçekleştirme mücadelesinin yoğunluğundan, amaç eksikliğinin yarattığı nihilist tutumdan çok ortamın bayağılığına yenik düşmüş kişiliklerin sinik halleridir. Belirsizlik derinlik demek değildir

Aşk (Her): Sinemanın gör dediği…

Sevenin, kalbinin bir köşesinde başkasına da küçük bir yer ayırması, sevilene kendi yerinin işgali olarak görünür. Bundandır ki, bütün toplumsal ahlaklar bol kepçe servis ettikleri sevginin kefaretini ötekine nefretle ödetirler. Her ahlak şu ya da bu şekilde sevgi buyurur, fakat hepsi de onay verdikleri insan tipine benzemeyi şart koşar